Friday, December 31, 2010

hoşçakal mavi kuş

2010'un son yazısı ne olsun diye düşünüyordum birkaç gündür. ama canım birşey de yazmak istemedi bir türlü. sonra mavi kuş geldi aklıma. 2010'da çok dinlediğim, çok düşündüğüm bu güzel şarkıyla hoşçakalın.

mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış, onun için hiç yüz vermiyor
oysa güzel şarkıları vardı yıldızlara ve denizlere
ama söylemiyor ki bizlere
susuyor
suç işlemiş eller gibi
perondaki boş trenler gibi
ucu görülmeyen tüneller gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
ben gelemem ama sen git biraz dolaş
saksağanın şakası sandılar
muhabbet kuşları ve papağanlar
belki de arkadaşındırlar
kargalar gibi karaladılar
kırlangıçlar ve serçeler
bize biraz yalan söylediler
çok saftık
zararsız küçük yalanlar gibi
yağmurdan kaçanlar gibi
bütün vapurları kaçıranlar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
ben gelemem ama sen git biraz dolaş
mavi kuş sanki bir düş
kaşla göz arasında
geceyle gündüz ortasında
sokaklar bile sokaklara kesişir
gölgeler ki güneşe bağlı
biz ikimiz de öyleyiz
ama bilmeyiz
ağıramamış aydınlıklar gibi
kireç tutmuş çaydanlıklar gibi
hiç sevişmemiş insancıklar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
ben gelemem ama sen git biraz dolaş
mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış


Wednesday, December 29, 2010

semizotu salatası


sebzesel çalışmalarım devam ediyor. geçenlerde bir paket semizotu aldım. galiba 400 gr vardı içinde. yarısını bir akşam ve kalan yarısını da ertesi akşam 2 farklı çeşit salata yaptım.

aslında ikisi de çok basit. bildiğimiz şeyler. fakat bazen bazı şeyleri aklıma/aklımıza gelsin diye buraya koyuyorum.

her iki seferde de yapraklari iyice yıkayıp sonra sirkeli suda beklettim.

yoğurtlusu için bir kapta yoğurdu biraz sulandırıyoruz. sonra içine ezilmiş 1-2 diş sarımsak ve tuz koyup karıştırıyoruz. semizotu yapralarını saplarından ayırıp yoğurdun içine ekliyoruz. bir güzel karıştırıyoruz. üzerine de biraz kırmızı toz biber serpiştirdim.

diğeri de normal salata aslında. domates ve salatalığı küçük küçük ve kare kare doğrayıp semizotu yapraklarını da katıp bol zeytinyağı ve limon ekledim. buna ceviz ve hatta kuru üzüm de koyulabilir. evde yoktu ben koyamadım.

semizotunun faydalarına gelince.........

demir ve c vitamini açısından çok zengin olan semizotu tüm sebzeler içerisinde en yüksek seviyede omega 3 taşıyor. omega 3 kalp sağlığı için çok faydalı, kolesterolü düzenliyor, kanı inceltiyor, pıhtılaşmayı önlüyor. gerçek bir antioksidan olan semizotu, kanı üre ve benzeri maddelerden temizliyor. böbrek ve mesane rahatsızlıklarında idrar sökücü olarak kullanılan semizotu böbreklerdeki kum ve taşın dökülmesine yardım ediyor. mide yanmasına iyi geliyor. ayrıca bağırsakları yumuşatıyor.

Tuesday, December 28, 2010

zeytinyağlı brüksel lahana


marketin manav reyonunda yapacağım sebze yemeğine ilham arıyordum. derken brüksel lahanasıyla karşılaştım. ne yapacağımı tam da bilmeden aldım geldim eve. biraz bakındım internette ve sonunda bildiginiz zeytinyağlı yemeğini yapmaya karar verdim.

1 soğan
1 havuç
1 patates
1/2 kg brüksel lahanası
1 avuç pirinç
zeytinyağ, tuz, şeker

önce soğanı bol zeytinyağında hafif kavuruyoruz. sonra havuç ve patatesi ekliyoruz. brüksel lahanalarını da ekleyip üzerine biraz su ve pirinçleri de yıkayıp koyuyoruz. sonra tuz ve 2 tatlı kaşığı toz şekeri de ekleyip pişmeye bırakıyoruz. brokoliler pişene kadar arada su eklemek gerekebiliyor. benim pirinçler hafiften lapa olmuştu ama gene de çok lezzetliydi.

bu arada brüksel lahanasının faydalarına baktım. turpgillerden olan bu sebze ailenin diğer üyeleri gibi akciğer, mide ve bağırsak kanserine karşı koruyucuymuş. a, c ve e vitamini gibi antioksidan maddeleri bol miktarda içerdiği için de kalp hastalıklarına yakalanma, kalp krizi geçirme ve katarakt olma riskini de azaltıyormuş. yüksek oranda potasyum minerali içerdiği için yüksek tansiyonu düşürüyor, tansiyon dengeleyici görev görüyormuş. son olarak, turpgiller ailesinin tüm üyeleri gibi vücuttaki iyot emilimini azalttığı için guatr hastalarının dikkatli yemesi gerekiyor-muş.

Monday, December 27, 2010

soul kitchen


mutfakta geçirilen saatler ve saatler sonunda bu manzara elde edildi. kendimle çok gurur duydum. haftasonu ilk misafirlerimizi ağırladık. öyle olunca da misafir ağırlama sanatını icra etmek için eksiklerimiz ortaya çıktı. tepsi gibi, en önemlisi benim sürekli dalga geçtiğim zigon sehpalar gibi.

yıllar önce bir akşam evde misafirlerimiz vardı. evin çeşitli köşelerine dağılmış zigonları panik bir şekilde toparlayan annem hızla bir odadan çıkarken aynı odaya hızla girmekte olan sinan kardeşle çarpışmıştı. zigon ikisinin arasında parçalara ayrılmıştı. o gün bugündür güvenmem ben bu zigon denen şeye. zigon yerine bu amaca hizmet etmek üzere bir çare düşünücez artık.

soul kitchen dedim ama mutfakta bana kütüphaneden aldığım caz cd'ler eşlik etti. özellikle bir tanesi çok iyi geldi; kurt elling - nightmoves

albüm içinden bir not: ...the music in every sunrise makes a space inside the skies for setting free.



Thursday, December 23, 2010

risotto


1 su bardağı pirinç
1 soğan
tavuk suyu ya da 1 adet tavuk bulyon
1/2 su bardağı kırmızı ya da beyaz şarap
zeytinyağ, tuz, karabiber

arborio pirinç normal pirinçten biraz daha tombul bir pirinç. bu yemeği, eğer bulabiliyorsanız, bununla yapmak gerekiyor ama istanbul'da pek çok kere normal pirinçle de yapmıştım.

soğanı küçük küçük doğrayıp zeytinyağında çok hafif kavuruyoruz. sonra hiç yıkamadığımız pirinci de ekliyoruz. sonra kepçe kepçe tavuk suyu eklemeye başlıyoruz. bir yandan da karıştırıyoruz. böylece pirinç nişastasını iyice salıyor. bu arada tuz, karabiber ve şarabı da koyuyoruz. tariflerde beyaz şarap yazıyor genelde ama ben kırmızı şarapla da yapıyorum. hafif pirinçleri de boyuyor. beyaz şaraptan daha farklı oluyor. pirinçler suyunu çektikçe tavuk suyu ekliyoruz. ta ki hepsi iyice şişip pişene kadar. bu yemeği fırında kanat yapacağım bir gün yaptım. kanatları önce tencerede haşladım. sonra tepsiye alıp fırına verdim. bu sırada da risotto yapmaya başladım. böylece tavuk suyu elde etmiş oldum. eğer tavuk suyunuz yoksa bütün bu işlemleri normal suyla yapıp ilk su koymanızın ardından bulyonu da koyuyorsunuz.

gerçekten enfes bir pilav oluyor..

Wednesday, December 22, 2010

peynirli poğaça


bir kere yapınca aman ne kolaymış deyip hep yapılan unlu mamüllerden biridir bu poğaça. kendisi aynen pizza hamurundan yapılır. şöyle oluyor yani:

1 yumurta
3 dolu çorba kaşığı yoğurt
1 çay bardağı zeytinyağı
1 çay kaşığı karbonat
un
bunların hepsini karıştırıp kulak memesi kıvamında bir hamur elde ediyoruz. poğaçanın içine çatalla ezilmiş beyaz penir ve maydanoz hazırlıyoruz. ikinci bir yumurtanın sarısını bir kenara ayırıp beyazını peynire koyuyoruz. evde maydanoz olmadığı zaman biraz nane koyuyorum, o da güzel oluyor. sonra hamurdan avucumuzun içi kadar toplar alıp elimizde biraz yuvarlayıp düz bir zeminde-düz servis tabağı üzerinde yapıyorum ben-elimizle bastırarak yassı bir yuvarlak elde ediyoruz. ortasına peynir koyup ortadan ikiye katlayıp uçlarını bastırarak yapıştırıyoruz. tepsiye diziyoruz. tümü bittiğinde ayırdığımız yumurta sarısını hepsinin üzerine sürüyoruz. 180 derece fırında pişiriyoruz. henüz denemedim ama kıymalısı da çok güzel olur herhalde..

Monday, December 20, 2010

un kurabiyesi


un kurabiyesi sevmeyen birini ne duydum ne de gördüm. ancak evde kendi ellerimle yapınca gördüm ki kendi mutfağımızdan ya da annemizin mutfağından çıkmamış un kurabiyesini yemek baya cesaret isteyen bir işmiş. çünkü bu güzelim lezzet sırf yağ, şeker ve undan oluşuyor. çok klişe bir laf olacak ama dışarda kim bilir nasıl malzemelerle yapıyorlar.
son 10 gündür 2 tepsi un kurabiyesi yaptım. ilkini biz yedik. ikincisini de geçen hafta okuldaki lucia kutlamasına götürdüm. ortaokuldayken söylediğimiz santa lucia, san-taaaaa lu-ci-aaa diye bir şarkı vardı. meğer bu bir italyan azizeymiş ve isveçliler de 13 aralık'ta kendisini anıyormuş.

250 gr tereyağ (ya da margarin) - oda sıcaklığında
5 çorba kaşığı pudra şekeri
1 paket vanilya
un

hepsini karıştırıp yumuşak bir hamur elde ediyoruz. unu yavaş yavaş eklemenizi tavsiye ederim. birden sertleşebiliyor hamur. o zaman da şekil vermek zor oluyor. böyle bir durumda çok az sıvı yağ ekleyebilirsiniz.
170 derece fırında pişiriyoruz. kurabiyeler pişince de beyaz kaldığı için arada kontrol etmek lazım. ilk tepsinin altını yaktım. böylece ikinciye öğrenmiş oldum. arada altını kontrol ettim. altı nedense üstten daha çabuk pişti. tepsiyi fırının daha üst rafına koydum ve de alt-üst fırını sadece üst yaptım. son olarak kurabiyeler piştikten sonra üzerlerine pudra şekeri döküyoruz.

Friday, December 17, 2010

telegraph road

13 haziran 2008 mark knopfler konserinde canlı dinleme şansı bulduğum muhteşem dire straits parçasıdır telegraph road. 14 dakikalık bir parçayı insan tekrar tekrar tekrar tekrar ve tekrar dinler mi?

a long time ago came a man on a track
walking thirty miles with a sack on his back
and he put down his load where he thought it was the best
he made a home in the wilderness
he built a cabin and a winter store
and he ploughed up the ground by the cold lake shore
and the other travellers came riding down the track
and they never went further and they never went back
then came the churches then came the schools
then came the lawyers then came the rules
then came the trains and the trucks with their loads
and the dirty old track was the telegraph road

then came the mines - then came the ore
then there was the hard times then there was a war
telegraph sang a song about the world outside
telegraph road got so deep and so wide
like a rolling river

and my radio says tonight it's gonna freeze
people driving home from the factories
there's six lanes of traffic
three lanes moving slow

i used to like to go to work but they shut it down
i've got a right to go to work but there's no work here to be found
yes and they say we're gonna have to pay what's owed
we're gonna have to reap from some seed that's been sowed
and the birds up on the wires and the telegraph poles
they can always fly away from this rain and this cold
you can hear them singing out their telegraph code
all the way down the telegraph road

you know i'd sooner forget but i remember those nights
when life was just a bet on a race between the lights
you had your head on my shoulder you had your hand in my hair
now you act a little colder like you don't seem to care
but believe in me baby and i'll take you away
from out of this darkness and into the day
from these rivers of headlights these rivers of rain
from the anger that lives on the streets with these names
'cos i've run every red light on memory lane
i've seen desperation explode into flames
and i don't wanna see it again

from all of these signs saying sorry but we're closed
all the way down the telegraph road

Thursday, December 16, 2010

aşure sanatı

dünyanın en kuntin insanı ya da belki de tek kuntin insanı arkadaşım arzu bir emaille aşure tarifi yollamış. fakat o kadar şeker bir giriş yapmış ki öylece buraya koymak istedim. kendisi aynı zamanda kitaplarla tescilli uzman bir yemek kişisidir..

Bugün Mısır Çarşısı'na gittim. Dükkanlara gelen insanlar gözlerinde soru işaretleriyle aşure için ne alacaklarını soruyorlar. Onlar da kolayını bulmuş, aşure seti verelim size diyorlar. Demek ki, aşurenin içine ne konduğunu bile bilmiyoruz artık. Unutmamak için bir tarif, sevgilerimle:

Aşure Sanatı

Aşure pişirilmeye bir gün önceden başlanır. Buğday biraz kaynatılır. Nohut ve kuru fasulye suya konur. Sabahleyin buğdayın üzerinde tutmuş olan kabuk kaşıkla alınır; kurdun kuşun hakkı olan bu kısım peşinen sahiplerine dağıtılmak üzere bahçelere, çatılara serpiştirilir. Sonra malzemeler yumuşayana kadar haşlanır. İçine diğer malzemeler eklenir. Tatlandırılır ve kaselere dağıtılır. Aşure pişirilirken bol bol dua etmek, yiyenlere şifa olmasını temenni etmek çok daha güzel olur. Aşurenin pişirildiği yerde kötü söz söylememek gerekir.

Sıcacık aşure hazır olunca kaselere dağıtılır. Üzeri kuşüzümü, çam fıstığı, çörekotu, tarçın, ceviz ve nar taneleriyle süslenir. Elde bu kaselerle konu komşunun kapısı çalınır.
Şimdiden afiyet olsun…

Aşure
½ kg aşurelik buğday
½ çay bardağı pirinç
Yaklaşık 6 litre (30 su bardağı) su
1 su bardağı nohut
1 su bardağı kuru fasulye
250 gr kuru kayısı
250 gr kuru incir
250 gr kuru üzüm
Yaklaşık 4 su bardağı pekmez
3 diş karanfil
2 elma
Birer tutam tuz, karabiber, tarçın
1 çorba kaşığı buğday nişastası
1 çorba kaşığı gülsuyu
Üzerine:
Dolmalık fıstık, fındık, ceviz, kuşüzümü, nar, tarçın, çörekotu
Hazırlanışı:
1. Bir gece önceden buğdayı hazırlayın. Yarım kilo buğdayı ellerinizle ovalayarak bol suda üç dört su yıkayın. İçine yarım çay bardağı pirinç koyup 10 su bardağı suda buğday iyice yumuşayana kadar haşlayın. Nohut ve kuru fasulyeyi de akşamdan ayrı tencerelerin içinde ıslatın.
2. Sabahleyin buğdayın üstü kaymak tutmuş olacak. Bu kaymağı kurdun kuşun yemesi için bahçeye, çatıya serpiştirin. Buğdayı çok büyük bir tencereye alın. Üzerine 15 su bardağı su ilave edip tekrar kaynatın. Bu sırada tahta kaşığın tersiyle buğdayları ezin ki, nişastasını salsın, helmelensin. Nohut ve kuru fasulyeyi ayrı ayrı tencerelerde yumuşayıncaya kadar haşlayın. Nohudun kabuklarını çıkartın.
3. Kuru kayısı ve inciri ince ince doğrayın. Kayısı, incir ve üzümü üzerlerini geçecek kadar suyla ayrı ayrı ateşe koyun, yumuşayana kadar haşlayın. Yumuşayınca üzerlerine 1’er çay bardağı pekmez serpiştirin. Koyu bir şerbet kıvamı alıncaya kadar kaynatın.
4. Bir cezvede 1 çay bardağı suyu karanfillerle birlikte 5 dakika kaynatın, ateşten alın (Aşureye ister bu şekliyle ilave edin, ister karanfilleri çıkarıp sadece suyunu koyun).
5. Elmaları küp küp doğrayın, onu da kısık ateşte önce kaynatın, sonra üzerine 1 çay bardağı pekmez koyup 2-3 dakika daha kaynatın.
6. Kısık ateşte buğdayı ısıtmaya devam edin. Buğday ateşteyken yavaş yavaş bakliyatı, meyveleri, karanfilli suyu ilave edin. Birer tutam tuz, karabiber, tarçın katın. Tadına bakın. Arzu ettiğiniz tatlılığa gelinceye kadar içine pekmez ilave edin.
7. Ayrı bir tencerenin içinde 1 çorba kaşığı buğday nişastasını 1 su bardağı suda çözüp boza kıvamına gelinceye kadar karıştırarak pişirin. Nişastalı suyu, buğdayın içine boca edin. Hep birlikte karıştırarak bir taşım kaynatın. Gülsuyunu katın.
8. Aşureyi kaselere paylaştırın. Dolmalık fıstık, ceviz, kuşüzümü, nar, tarçın, fındık ile süsleyin. Soğumasını bekledikten sonra konu komşuya dağıtabilirsiniz.

Arzu Aygen

Wednesday, December 15, 2010

fırında mantarlı et

önce...

1 soğan
2 domates
mantar
et
zeytinyağ, tuz, karabiber, kimyon

soğanı halka halka kesiyoruz. domatesleri de kuşbaşı. istediğiniz kadar mantar ve gene kabınızın büyüklüğüne ya da kişi sayısına göre kuşbaşı eti de koyuyorsunuz. sonra üzerine tuz, karabiber, yarım çay kaşığı kimyon koyup zeytinyağını şöyle bir gezdiriyoruz. fırına koymadan da bunları bir güzel karıştırıyoruz. sonra 180 derece fırında yaklaşık 40 dakikada filan pişiyor. enfes bir yemek oluyor. hem de görüldüğü gibi süper basit. bu aralar kimyona merak sardım. neye koysam bir başka güzel oluyor. yalnız çok keskin bir baharat olduğunu hatırlatmak isterim. fazla kaçırmamaya dikkat etmek lazım.

ve sonra..

Tuesday, December 14, 2010

orhan veli

şiirlerini daha dün yazmış gibi. söylediği herşey daha dün yaşanmış, düşünülmüş de, az önce söylenmiş sanki. oysa 1914-1950 yillari arasinda, biz henuz portakalda c vitamini bile degilken yasamis.

zülfü livaneli'nin 'ada' albümü onun şiirleriyle doludur. ne çok dinlemiştik lise yıllarında bu albümü. sonra üniversite yıllarında bir gece ders çalışırken birinin aklına gelmişti de arayıp bulmuştuk evde kaseti. dinlemiştik. sus pus olup oturmuştuk.

orhan veli'nin ölümünün 60. yılı bugün.


Monday, December 13, 2010

ludwig - piano in the dark

geçenlerde piyanomu ne kadar özlediğimi farkettim. evin içinde dolanırken birden oturup bir parça birşey çalmayı. hatta bazen kafam çok meşgulken tuşlarıyla oynamayı. sinirlerim bozukken başka yer kalmamış gibi pufuna tünemeyi.

chopin çalmak için piyano çalmaya başladım. ama piyanoma ludwig dedim. klasik müziği de piyanoyu da beethoven'in piyano konçertolarıyla sevdim çünkü. piyano beethoven ve beethoven da piyano demek benim için.

azeri bir piyano hocam vardı; ofelya. çok komik, tatlı bir kadındı. ilk zamanlarımdı, beyer'den küçük küçük etüdler çalıyorduk. daha önce beyer çalarken dinlemekten zevk aldığım bir öğrencim hiç olmamıştı demişti bana. sonra bu çok sevdiğim anımı bir grup idil biret hayranıyla sedef adası'ndaki yazlık evinde ziyarete gittigimiz idil biret'e anlatmıştım. ne mutlu size demişti, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle.

bir süredir de piyano bakıyorum burda. sonra hemen kendi içimde konuyu değiştiriyorum. karanlıkta bekleyen piyanom aklıma geliyor..

when I find myself watching the time
i never think about all the funny things you said
i feel like it's dead
where is it leading me now

i turn around in the still of the room
knowing this is when I'm gonna make my move
can't wait any longer
and I'm feeling stronger but oh

just as I walk through the door
i can feel your emotion
it's pullin' me back
back to love you

i know I'm caught up in the middle
i cry just a little
when I think of letting go
oh no, gave up on the riddle
i cry just a little
when he plays piano in the dark

he holds me close like a thief of the heart
he plays a melody
born to tear me all apart
the silence is broken
and no words are spoken but oh

just as I walk through the door
i can feel your emotion
it's pullin' me back
back to love you

i know I'm caught up in the middle
i cry just a little
when I think of letting go
oh no, gave up on the riddle
i cry just a little
when he plays piano in the dark




Saturday, December 11, 2010

yoğurt


evde yoğurt yapmanın muhtemel sebepleri şunlar olabilir:
1-özellikle yurt dışında küçük kaplarda alıyoruz yoğurdu ve sütün yaklaşık 3 katı pahalı.
2-yoğurtlar yoğurda benzemiyor artık. o kadar uzun süre de öylece durabiliyor ki dolapta insan dehşete düşüyor. bu da gösteriyor ki içinde bol miktarda ve çeşitte katkı maddesi var. günlük sütten yapacağınız yoğurt muhtemelen daha saf olacak.
3-çok zevkli. hatta insanın durup durup yoğurt yapası geliyor.

günlük sütler çeşitli yağ oranlarında var burda. en yağlı olanını alıyorum (%3). sonra bir tencerede kaynatıyorum. çok fokur fokur kaynamasına gerek yok. kaynar kaynamaz ocaktan alıyorum. sonra yoğurdu yapacağım kapaklı tupperware kabın içine boşaltıyorum sütü. kapağı sıkı kapanan herhangi bir kapla da olur. bu arada bohça gibi büyükçe bir bezin ortasına koymuş oluyorum bu kabı da. daha sonra kabı bu bezle bohçalayacağız.

1 çorba kaşığı yoğurdu (her 1 litre süte 1 çorba kaşığı yoğurt) bir kapta kaşıkla hafif çırpıyoruz. krema gibi oluyor. sonra sütün sıcaklığını kontrol ediyoruz. ılık olmayacak. çok sıcak da olmayacak. küçük parmağınızı içine soktuğunuzda hafif ısıracak kadar sıcak olacak. aynen çorba terbiye eder gibi yoğurda kaşıkla azar azar süt koyup yoğurt kabında karıştırıyoruz. 4-5 kereden sonra kabımızdaki sütlü yoğurdu komple sütün içine boşaltıp sütü karıştırıyoruz. sonra üzerini kapatıp bohçamızı da üzerine sarıyoruz. hiç kımıldatmadan 4 saat bekliyor. 4 saat sonra gene fazla sallamadan buzdolabına koyuyoruz. genelde akşam yapıyorum bütün bu işleri ve sabah kalktığımızda süt yoğurda dönmüş oluyor. her seferinde hayret eder mi insan. ben ediyorum.

Friday, December 10, 2010

a year along the abandoned road

just follow your lifelines through.....

geçen sene aşağı yukarı bu zamanlar buraya gelmeye karar verdiğimde kulağımda ve kafamın içinde çalıp duran bir tek müzik vardı: a-ha. her sabah işe giderken bu grubun i-pod'umdaki müziğini dinlemiştim. gruplar alfabetik sıradaydı ve ben a-ha'yı görünce imkan-ı yok başka birşey dinleyemiyordum. bu akşam öğrendim ki a-ha 4 aralık'ta oslo'da verdiği son konserle müziği bıraktığını, daha doğrusu dağıldığını açıklamış. 80'lerin, bütün çocukluk ve gençlik hayallerimin sesi bu grup koca bir sene beni buraya çağırdıktan sonra sahneden çekilmiş.

bu videoyu norveçli bir a-ha hayranı 1 senede çekmiş. norveç fjordlarında 1 sene boyunca yapılmış çekimlerin görüntülerini time lapse photography ile normalden 50.000 kez hızlı olarak kullanıp birleştirerek yaklaşık 9 dakikalık kısa bir film yapmış. film 91'de oslo'da en iyi kısa film seçilmiş.
daha sonra a-ha şarkının klibini yaparken bu görüntüleri kullanmış. grup elemanları ve videoyu yapanlar oturup birlikte montajlamışlar görüntüleri ve şarkıya uydurmuşlar. klip ekranda norveç kralı 5. olav'ın bir şiiri ile başlıyor.

When I look back

I see the landscapes
That I have walked through
But it is different

All the great trees are gone
It seems there are
Remnants of them

But it is the afterglow
Inside of you

Of all those you met
Who meant something in your life

—Olav Rex, August 1977


şiir de, şarkı da, video da, klip de o kadar güzel ki...

http://www.youtube.com/watch?v=DCkbfyk6XGc

One time
to know that's it's real
One time
to know how it feels
That's all

One call
your voice on the phone
One place
A moment alone
That's all

What do you see, what do you know?
One sign, what do we do?
Just follow yours lifelines through
What if it hurts, what then?
One sign , what do you say?
Don't throw your lifelines away

One time
just once in my life
Yeah, one time
to know that it can happen twice

One shot
of a clear blue sky
One look
I see no reasons why
we can't

One chance to back to the point
where evrything starts
One chance to keep it together when things fall apart

Just one sign
to make us believe it's true

What do you see, where do you go?
One sign, how do we grow?
By letting your lifelines show
What if we do , what then?
One sign- how will I know?
Don't let your lifeline go

Don't letting your lifeline go
Don't let your lifeline go

Wednesday, December 8, 2010

i'm not there

6 farklı karakter. 6 farklı hikaye. hepsi de bob dylan.
2007 yapımı bir todd haynes filmi i'm not there. oyuncular, özellikle de cate blanchett çok iyi. güzel film. müzikler süper.


dünyanın her tarafında wikileaks konuşuluyor. ortaya çıkan bilgilerin tartışması bir tarafta ve diğer tarafta da bütün bu olanların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyoruz. çeşitli teoriler var ama gerçekten neler olduğunu kimse bilmiyor.

dün akşam filmde ballad of a thin man'i dinlerken sanki bize sesleniyormuş gibi geldi. because something is happening here, and you don't know what it is, do you, mr jones?!

you walk into the room
with your pencil in your hand
you see somebody naked
and you say, "who is that man?"
you try so hard
but you don't understand
just what you'll say
when you get home

because something is happening here
but you don't know what it is
do you, mister jones?

you raise up your head
and you ask, "is this where it is?"
and somebody points to you and says
"it's his"
and you say, "what's mine?"
and somebody else says, "where what is?"
and you say, "oh my god
am i here all alone?"

because something is happening here
but you don't know what it is
do you, mister jones?

you hand in your ticket
and you go watch the geek
who immediately walks up to you
when he hears you speak
and says, "how does it feel
to be such a freak?"
and you say, "impossible"
as he hands you a bone

because something is happening here
but you don't know what it is
do you, mister jones?

you have many contacts
among the lumberjacks
to get you facts
when someone attacks your imagination
but nobody has any respect
anyway they already expect you
to just give a check
to tax-deductible charity organizations

you've been with the professors
and they've all liked your looks
with great lawyers you have
discussed lepers and crooks
you've been through all of
f. scott fitzgerald's books
you're very well read
it's well known

because something is happening here
but you don't know what it is
do you, mister jones?

well, the sword swallower, he comes up to you
and then he kneels
he crosses himself
and then he clicks his high heels
and without further notice
he asks you how it feels
and he says, "here is your throat back
thanks for the loan"

because something is happening here
but you don't know what it is
do you, mister jones?

now you see this one-eyed midget
shouting the word "now"
and you say, "for what reason?"
and he says, "how?"
and you say, "what does this mean?"
and he screams back, "you're a cow
give me some milk
or else go home"

because something is happening here
but you don't know what it is
do you, mister jones?

well, you walk into the room
like a camel and then you frown
you put your eyes in your pocket
and your nose on the ground
there ought to be a law
against you comin' around
you should be made
to wear earphones

because something is happening here
but you don't know what it is
do you, mister jones?

Saturday, December 4, 2010

you will meet a tall dark stranger

emprovize bir başka insan: woody allen. bazıları sevmez. ben oldum olası severim bu adamı. geçenlerde bu filmini izledim sinemada. tipik bir woody allen filmi. hikaye bir sürü insanın ortasında pat diye başlıyor. bir süre izleyici olarak katılıyoruz olaya. sonra da pat diye bitiyor. hikaye-ler değil tabii. film bitiyor. başı yok, sonu yok. orta yerde eğlenceli bir karmaşa. tabii eğlence izleyene. romantik komedi değil de dram komedi diyebiliriz bu filme. aşk, ilişkiler, evlilik, sadakat ve çitin diğer tarafındaki yemyeşil çimler üzerine bir film.


boccherini dinleyerek ders çalışıyordum da. film geldi aklıma. yazmadan edemedim. beni en üst kura bana sormadan geçiren hocalarım sınava ne zaman gireceksin diye peşime düştüler. aralık'ta girmemek için ocak dedim. yumurta, pardon ocak kapıya dayandı.

yapılması gereken şeyi yapmamak için yapılan şeyler üzerine komik ötesi bir video ile hoşçakalınız..

Friday, December 3, 2010

fırında tavuklu türlü


8 adet tavuk kanadi
1 adet buyuk kabak
1 adet tombul patlican
2-3 patates
1 buyuk sogan
2-3 domates
zeytinyag
tuz, karabiber, kimyon

yemekteki tavuklar sehriyeli corbanin suyuna katkida bulunan tavuklardi. yani firina koyulmadan once biraz pismislerdi zaten. bu yemegi yapacaginiz zaman corbayi da yapmanizi tavsiye ederim.

kabak ve patlicanlari serit seklinde soyup istediginiz gibi dogruyorsunuz. sogani halka halka ve patatesleri para para kesiyoruz. domatesleri de dograyip uzerine soyle bir zeytinyagi gezdirip baharatlari da ekleyip hepsini tepside karistiriyoruz. uzerine tavuklari koyup alt-ust firinda 200 derecede pisiriyoruz. en son tavuklar iyice kizarsin diye firin ayarini izgaraya da alabilirsiniz. turlu firinda cok guzel oluyor. tavuk kanadi ile ayrica hos oluyor. yanina da bol naneli az zeytinyagli koyu bir cacik ile enfes bir yemek..

Thursday, December 2, 2010

tavuk suyuna şehriye çorba


kisin soguklarda sicak bir corbanin yerini hicbir sey tutmuyor galiba..

3-4 tavuk kanadi (but, gogus hepsi olur)
1/2 su bardagi tel sehriye
2-3 domates
1 corba kasigi domates salcasi
tuz, karabiber
1/2 limon

corba yapacagimiz miktarda suyun icinde tavuklari kaynatiyoruz. ayni zamanda tavuk kanatli baska bir yemek daha yapacaktim. butun kanatlari kaynattim bu suda. boylece tavuk suyumuz bol tavuklu oldu. sonra tavuklari alip suya rendelenmis domates, sulandirdigimiz salca, sehriye ve tuz, karabiberi de ekliyoruz. bu arada da haslanmis tavuklarin etlerini kemiklerden ayiklayip didikliyoruz ve bunlari da corbaya ekliyoruz. sehriyeler pisince corba da pismis oluyor. en son yarim limon da sıkıyoruz. yanlislikla karabiberi fazla bosalttim corbaya ve hafif acili oldu bu yuzden. ve fakat tadi enfes oldu bu sekilde. hafif acili seklini tavsiye ederim.


Wednesday, December 1, 2010

sleeping beauty

tarihlerden 1 aralık ve karşı binanın üzerindeki dijital termometre -11 dereceyi gösteriyor. türkiye'de hava dışarda gömlekle dolaşacak kadar güzel-miş. biz burda lahana bebekler gibi giyiniyoruz. hafta başından beri kar yağışı durdu. geçen hafta eksi derecelere düşmüştük zaten ama dün gece iki haneli eksiyi görünce bugün değişik bir manzaraya uyandık. ağaçlar beyaz siluetlere dönüşmüşlerdi. gerçek bir görüntüye değil de bir resme bakarmış gibi oluyor insan. ağaçları merak etmeye gerek yok. onlar derin bir uykudalar. bu havada ve bu mevsimde agaç dikiyorlar burda. nasıl oluyor dedim. meğer uyuyormuş onlar. baharda gözlerini açtıklarında kendilerini yeni bir yerde bulacaklar. onlar da tıpkı benim gibi uykularında ne yaptıklarını bilmiyorlar demek ki.

okuduğum bir kitapta yazar diyor ki, bir filmin ikinci yarısını izlemeye benzer yurt dışında yaşamaya başlamak. bu filmin başı yok. senaryosu, yönetmeni, yapımcısı, oyuncuları, hiçbiri yok! sahnede tek başına emprovize oynamaya benziyor bu iş. tek kişilik oyun. ne çok yaratıcılık, oyun gücü ve nefes istiyor. insan bazen boşlukta beklerken buluyor kendini, ayaklarım ne zaman basacak yere tekrar diye. bazen de bütün bağlarından kopmuş olmanın verdiği rahatlıkla büyük bir özgürlük duygusuyla doluyor. kaynağı belirsiz bir coşku beliriyor. tıpkı chopin impromptu dinlemek gibi. teknik olarak zor bu parçalar hiç düşünülmeden yazılmış sanki. öylece. bir anda. provasız. öncesi yok. kelime köklerine ayrıldığında im (olumsuzluk eki), pro (öncelik eki), vise (önceden görmek) ve parçalar birleştirildiğinde 'önceden görülemeyen' anlamına geliyor.

dün buranın iş bulma kurumuna gittim: arbetsförmedlingen*. aslında tam olarak iş bulma kurumu değil. çalışmayanların kayıt olduğu, böylece işsiz olduklarını belgeleyip işsizlik parası aldıkları bir yer. devlet işssiz vatandaşı gözetiyor bir nevi. danışmanlar iş bulmak konusunda yol göstermek şeklinde yardımcı oluyorlar başvuranlara. ben de aslında fikir edinmek için gitmiştim. rutin 9-6 mesai değil de emprovize birşeyler aradığımı ordaki adama anlatmak zordu. dolayısıyla denemedim bile. iş araştırmak konusunda bir action plan yapmak üzere benden sorumlu bir kişi belirleyip beni tekrar toplantıya çağıracaklarını söylediler. belki o zaman birşeyler çıtlatırım. kim bilir.

dışardaki dondurucu soğuklar insanın hayal gücünü ve yaratıcılığını da pek olumlu etkilemiyor maalesef. belki de ağaçlar gibi uykuya dalmak ve sakince baharı beklemek lazım. şu anda kuzeyde bir yerlerde uyuyan milyonlarca ağaç gibi ve onlarla birlikte..

borodin string quartet no 2, 3rd movement eşliğinde..


*geoid diyor ki bir-iki kişi bakmış bloğa isveç sınırlarından. gerçi burda yeni değillerse biliyorlardır ama arbetsförmedlingen.se adresinde binlerce iş ilanı var ve kuruma gidip kayıt olmaya gerek yok bu ilanlara bakmak ve online başvurmak için. bir de adamları epey sorguladıktan sonra anladım ki onlara bağlı çalışan head hunter/hr couching şirketler var ve işte bunlardan hizmet almak için arbetsförmedlingen'e kayıt olmak gerekiyor. şirketlerin listesi, hangi alanlarda uzmanlaştıkları da gene aynı web adresinde mevcut.

Monday, November 29, 2010

starry starry night

son 5-6 yıl içinde garip bir şekilde kulaklarımdan rahatsız oldum. durup dururken dış kulak iltihabı oldum 3-4 kez. neden olduğunu açıklayamıyor doktorlar. su kaçmış olabilir dedi biri, biri rüzgarda kalmışsınız dedi, biri mikrop kapmış dedi. oysa bana içime vincent ya da ludwig kaçmış gibi geldi. korkunç ağrılar içinde kıvranırken bu düşünce gülümsetti beni.

şöyle bir link buldum bakınırken. van gogh'un cenazesinden notlar..

haklısın vincent; sadness will last forever...

starry starry night
paint your palette blue and grey.
look out on a summer's day,
with eyes that know the darkness in my soul.
shadows on the hills
sketch the trees and the daffodils
catch the breeze and the winter chills
in colors on the snowy linen land

now i understand what you tried to say to me.
and how you suffered for your sanity,
and how you tried to set them free
they would not listen
they did not know how
perhaps they'll listen now

starry starry night,
flaming flowers that brightly blaze,
swirling clouds in violet haze,
reflect in vincent's eyes of china blue.
colors changing hue,
morning fields of amber grain,
weathered faces lined in pain,
are soothed beneath the artist's loving hand.

for they could not love you,
but still your love was true.
and when no hope was left inside
on that starry starry night,
you took your life as lovers often do
but i could have told you vincent
this world was never meant for one as beautiful as you...

starry starry night
portraits hung in empty halls,
frameless heads on nameless walls,
with eyes that watch the world and can't forget.
like the strangers that you've met
the ragged men in ragged clothes,
the silver thorn of bloody rose
lie crushed and broken on the virgin snow.

now i think i know
what you tried to say to me,
and how you suffered for your sanity,
and how you tried to set them free.
they would not listen,
they're not listening still.
perhaps they never will.

Sunday, November 28, 2010

mantı




hayır, yukardaki resim küçük prens'in fil yutmuş boğa yılanı resmi (drawing number one) değil. mantı hamurunun kesilmiş kenarı. ama bana küçük prens'in çizmiş olduğu resmi hatırlattığı için fotoğrafı çektim. o doğru.

mantı yapmak sanıldığı kadar zor birşey değil. zor olan çok mantı yapmak. hani mantı gündelik yemek olarak yapılmaz da, eve çağırılan insanlarla bir mantı partisi havasında yenir ya, işte o zaman iş zorlaşıyor. çünkü hamur işlerinde pratikleşmiş, hamarat bir insan değilseniz bir yerden sonra gerçekten yoruluyor ve sıkılıyorsunuz. ama küçük bir hamurla 2 kişilik mantı yapmanın normal yemek yapmaktan çok çok daha zor ya da zaman alıcı olduğunu söyleyemeyiz.

2-3 kişilik mantının hamuru şöyle yapılıyor. 1 yumurta, 3 su bardağı un, tuz ve su. elinize yapışmayacak yumuşak bir hamur elde ediyorsunuz. hamur bir kenarda beklerken de 200 gr kıymaya 1 büyük soğan rendeleyip, tuz, karabiber ve çok az kimyon ekleyerek içini hazırlıyoruz. sonra hamura geri dönerek yumruk büyüklüğünde toplara ayırıyoruz ve her bir topu unladığımız düz bir zeminde oklava ile açmaya başlıyoruz. hamur açmak konusunda beceri sahibi değilsek merdaneyi tercih ediyoruz. çünkü merdane ile hamuru açmak çok daha kolay. pizzacıların ya da mantıcı, gözlemeci teyzelerin artistik hareketlerini yapamıyorsak hiç sorun değil. gözümüz korkmuyor ve sakince elimizden hangi figürler geliyorsa onlarla hamuru inceltiyoruz. çok ince olmuyor zaten. sonuçta baklava, börek yufkası açmıyoruz. sanırım 1-2 mm kalınlığı gibi olması yetiyor. sonrası malum. enine ve boyuna keserek kareler oluşturuyoruz. bu kareleri de ne kadar küçük yapacağınız size kalmış. küçük yaparsanız kayseri mantısı olurken büyük yaparsanız kolay oluyor. son olarak da kareleri ikiye katlayıp üçgen ya da dört köşesini de tepede toplayıp bohça yaparak mantıları kapatıyoruz. altını unladığımız bir tepside bunları topluyoruz. tüm hamurlar bittiğinde de kaynar suda haşlıyoruz. üzerine sarımsaklı/sarımsaksız yoğurt ve salçalı-tereyağlı sosla servis yapıyoruz.

gerçekten çok zor değil. arada denemeye değer. aşağıdaki hamur yumrularının sadece 5 tanesini yaptık. 4 kişi yedik. diğerlerini yapmaya zamanımız ve sabrımız kalmadı. yukarda verdiğim tarifin 1.5 katı gibiydi ölçüler.



''Whenever I met one of them who seemed to me at all clear-sighted, I tried the experiment of showing him my Drawing Number One, which I have always kept. I would try to find out, so, if this was a person of true understanding. But, whoever it was, he, or she, would always say:
"That is a hat."
Then I would never talk to that person about boa constrictors, or primeval forests, or stars. I would bring myself down to his level. I would talk to him about bridge, and golf, and politics, and neckties. And the grown-up would be greatly pleased to have met such a sensible man.''
the little prince

Thursday, November 25, 2010

tee-reee-sa!

calvino - borges


kaldirimdan indim, birkac adim gerisin geriye yurudum, ve caddenin ortasindan ellerimi borazan yapip apartmanin tepesine bagirdim: "teresa!"

ayisiginda golgem ayaklarimin altinda kipirdandi.

birisi geliyordu. yeniden bagirdim: "teresa!" adam yanima geldi: "daha yuksek sesle bagirmazsan seni duymayacak. birlikte deneyelim. uce kadar say, ve beraber bagiriyoruz." "bir, iki, uc" dedi ve beraber bagirdik: "tereeeesaaaa!"

sinemadan veya kahveden cikmis olmalilar, ufak bir arkadas grubu geliyordu, bizi gorduler. "biz de yardim edelim"dediler. caddenin ortasinda bize katildilar, ilk adam "bir iki uc" dedi, ve her beraber bagirdik: "te-reee-saaa!"

baska birisi daha gelip katildi; on bes dakika icinde neredeyse yirmi kisi olmustuk. arada yeni katilanlar da oluyordu.

uyumlu, ayni anda bagirmak icin organize olmak kolay olmuyordu. hep ya birisi once basliyordu, ya da digerlerinden gec bitiriyordu, ama sonunda iyi bir hale getirdik bagirmamizi. ilk "te" kalin sesle ve uzun soylenecek, "re", ince ve
uzun, "sa", kalin ve kisa, boyle anlastik. harika bir ses cikiyordu. sadece arada bir, birisinin sesi gidince ufak bir gurultu, o kadar.

tam dogru bir sekilde yapmaya baslamistik ki, sesi, yuzu benli biri cagrisimi yapan birisi sordu: "iyi de, evde olduguna emin misin?"

"hayir", dedim.

"iste, bu kotu" dedi baska biri. "anahtarini unuttun, di mi?"

"isin asli", dedim, "anahtarim var."

"e, peki", dediler, "neden yukari cikmiyorsun?"

"haa, ama ben burada oturmuyorum", dedim. "sehrin obur tarafindayim"

"peki oyleyse", dedi benli adam, "merakimi bagisla ama burada kim oturuyor?"

"hic bilemiyorum" dedim.

biraz kafalari karisti.

"peki, rica etsem aciklayabilir misin" dedi, catlak sesli biri. "neden burada durmus teresa diye bagiriyorsun?"

"valla, bana kalirsa" dedim, "baska bir isim de bagirabiliriz, veya baska bir yere gidip orada da bagirabiliriz. farketmez benim icin."

biraz bozuldular.

"bize bir oyun oynamiyordun umarim" dedi, benli adam supheyle.

"efendim?" dedim, kizginca, beni desteklemeleri icin digerlerine dondum. digerleri ses cikarmadilar, ne olup bittigini anlamadan bakiyorlardi.

bir tedirginlik oldu.

"hadi", dedi biri iyi niyetle, "son bir kez bagirip eve gidelim"

bir kere daha bagirdik: "bir, iki, uc. teresa!", ama bu sefer cok guzel olmadi.

sonra, herkes evine, baska baska yonlere dogru yola koyuldu.

obur caddeye sapmistim ki, birisinin hala bagirmakta oldugunu isitir gibi oldum: "tee-reee-sa!"

birisi kalmis, bagirmaya devam ediyor olmaliydi. inatci birisi...

italo calvino - "numbers in dark and other stories"

Wednesday, November 24, 2010

yesterday when I was...

bazen eski günleri düşünüyorum. benim çocuk anneminse benim gözümde koca insan olduğu o yılları ve onun benim yaşımda olduğunu hayret ve dehşetle farkediyorum. zamanın böyle akıp gideceğini birileri söylemeli sanki, uyarmalı insanı. yıllar önce bir arkadaşım, fransız filmleri seyrede seyrede hayatın fransız filmlerine döndü demişti. ama o sayılmaz.

charles aznavour bu muhteşem şarkısını benim biricik elton john'umla düet yapmış. güzel, ne güzel olmuş..

yesterday when i was young
the taste of life was sweet
as rain upon my tongue
i teased at life as if it were a foolish game
the way the evening breeze
may tease the candle flame

the thousand dreams i dreamed
the splendid things i planned
i always built to last on weak and shifting sand
i lived by night and shunned the naked light of day
and only now i see how the time ran away

yesterday when i was young
so many lovely songs were waiting to be sung
so many wild pleasures lay in store for me
and so much pain my eyes refused to see
i ran so fast that time and youth at last ran out
i never stopped to think what life was all about
and every conversation that i can now recall
concerned itself with me and nothing else at all

the game of love i played with arrogance and pride
and every flame i lit too quickly, quickly died
the friends i made all somehow seemed to slip away
and only now im left alone to end the play, yeah

oh, yesterday when i was young
so many, many songs were waiting to be sung
so many wild pleasures lay in store for me
and so much pain my eyes refused to see
there are so many songs in me that wont be sung
i feel the bitter taste of tears upon my tongue
the time has come for me to pay for yesterday
when i was young

Monday, November 22, 2010

high hopes

dün beethoven'ın 9. senfonisini ilk defa canlı dinledim. vakit saat başı olduğu için storkyrkan (the great church)'da konserin başlaması için öncelikle çanların çalmasını ve susmasını bekledik. aklıma pink floyd'un high hopes parçasının başında çalan çan sesleri geldi. ne muhteşem bir şarkıdır diye düşündüm. sonra da tüm muhteşemliğiyle 9. senfoni başladı.

gecenin bu saatinde uyku tutmayınca high hopes geldi gene aklıma. dinlemeye başladım. insanı geçmiş ve geleceğin kesiştiği noktaya çakan şarkıdır high hopes. orda öyle takılı kalırsınız. şimdi ve sonsuza kadar..

Beyond the horizon of the place we lived when we were young
In a world of magnets and miracles
Our thoughts strayed constantly and without boundary
The ringing of the division bell had begun
Along the long road and on down to the causeway
Do they still live there by the cut
There was a ragged band that followed in our footsteps
Running before time took our dreams away
Leaving the myriad small creatures trying to tie us to the ground
To a life consumed by slow decay

The grass was greener
The light was brighter
With friends surrounded
The nights of wonder

Looking beyond the embers of bridges glowing behind us
To a glimpse of how green it was on the other side
Steps taken forwards but sleepwalking back again
Dragged by the force of some inner tide
At a higher altitude with flag unfurled
We reached the dizzy heights of that dreamed up world

****

Encumbered forever by desire and ambition
There's a hunger still unsatisfied
Our weary eyes still stray to the horizon
Though down this road we've been so many times

The grass was greener
The light was brighter
The taste was sweeter
The nights of wonder
With friends surrounded
The dawn mist glowing
The water flowing
The endless river

Forever and ever


Friday, November 19, 2010

a boy and a girl

bach, haydn ve handel'in vokal eserlerinin yer aldigi bir konserde arada cok guzel bir parca soyledi koro. sanki o konsere bu parcayi dinlemek icin gitmisim gibi geldi..

eric whitacre'nin bir bestesi. sozler octavio paz'in 'los novios' siirinden ceviri.

a boy and a girl

stretched out on the grass
a boy and a girl.
savouring their oranges, giving their kisses
like waves exchaging foam.

stretched out on the beach
a boy and a girl.
savouring their limes, giving their kisses
like clouds exchanging foam.

stretched out underground,
a boy and a girl.
saying nothing, never kissing,
giving silence for silence.

http://www.youtube.com/watch?v=rpog3w98Tz0&feature=share

Friday, November 12, 2010

40 tas has kayisi hosafi

15 gundur annem burdaydi. onun gidisiyle sudan cikmis baliga dondum. oncelikle mutfaktaki kul kedisi rolume tekrar burunmem gerekti. sunu anladim ki mutfak hakimiyeti cilginca bir kontrol isi. bir evin yemeksiz kalmamasi icin o evde surekli yemek planlaniyor, pisiriliyor ve bir yandan da surekli yemek alisverisi yapiliyor olmasi gerekiyor. annemin bunlari hic ara vermeden yaptigini gordum. ayrica gordum ki mutfagin efendisi sadece mutfagi, yemekleri degil ev halkini da hakimiyeti altina alabilen kisidir. yemekleri pisirmek yetmiyor. bir de ev halkini yemek yeme konusunda kontrol altinda tutmak gerekiyor. gunde 3 ogun sofraya oturulmasini , sonra pisen yemeklerin kronolojik sirayla yenmesini saglamak bu hakimiyetin olmazsa olmazlari. mesela evde 2 gun once pismis patates yemegi varken bu aksam bir baska sey yapar da yerseniz, yarin patates yemeginin yenmesi icin ekstra caba harcamaniz gerekir. gecen gun aldiginiz 4 adet mandalinden birini curudugu icin cope attiysaniz kalan 3 mandalinin akibetinden ve sonrasinda girebileceginiz ruh halinden endiselenirsiniz. mutfagin efendisinin yeterince guclu ve hizli olmadigi bir mutfakta patatesler ve mandalinler boyle sahipsiz kalir iste.

buzdolabinin giris cikislarinin kontrolu de gene basli basina bir is. sut ne zaman acilmisti, kac gun omru kaldi, sebzelikteki havuclarin, limonlarin ortalama omru, peynirin durumu gibi sorunsallar gene mutfagin efendisinindir. insan patronunu bile ertesi gunu beklemeye ikna edebilir ama gel de uzeri ciceklenmis brokoliyi bir onceki gune geri donmesi icin ikna et. olmuyor sayin okuyucular. inanin olmuyor. bir sure once boyle bir durum karsisinda hicbir sey yokmus gibi davranmayi denedim. brokolileri buharda hasladim. hatta oncesinde ciceklerini de mumkun oldugunca ayiklamistim. evde kalan son zeytinyagi damlaciklarini ve yarim limonu da bu salatanin susu icin kullandim. ancak ev halkinin gozunu bu suslerle boyayamadim. tum cabama ragmen brokoli salatasi yenmedi. hatta benim de yememem yonunde eylemlerle karsilastim. dolayisi ile brokoli ve beraberinde ugraslarim da gene arkamizdan agladilar.

bugun annemden bir mektup aldik. sonunda da kayisi hosafi tarifi vardi. sanirim biraktigi kuru kayisilarin sonundan endise etmisti :)

annemin gidisiyle beni hayrete dusuren bir baska gercek de yillar ve yillardir birlikte ne kadar az vakit gecirdigimizi farketmem oldu. o gidince cok uzuldum once ama sonra da aslinda ona kavustugumu anlayip mutlu oldum. tamamen kendime ayirmis oldugum hayatimdaki kosturmacada bunu yasama olasiligim yoktu sanirim. durmak istedigim zamanlar olmustu sanki ama kovalayanlar vardi herhalde. aksi takdirde insanin deli olmasi lazim, hayatini bitis noktasina kosar adim ulasmasi gereken bir yaris olarak gormesi icin. ya da hayati biraz olsun ve zaman zaman baska turlu goremiyor olmasi icin. gene de dusunmuyor degilim simdi. sonunda bir yere varacak miydim acaba?

adriano celentano diyor ki; il tempo se ne va.
yani; oyle bir gecer zaman ki...

Monday, November 1, 2010

arbol


ekim 2010, stockholm

ve vivaldi sonbahar zamani simdi...

parklar, agaclar ve bizim adayi karsi adaya baglayan buyuk kopruyu yuruyerek gectik gecen gun. her yer sari yapraklarla doluydu. hava mis gibi yagmur ve islanmis, curumus yaprak kokuyordu.

isvec avrupa'nin yuzolcumu olarak 5. buyuk ulkesi ve yarisi ormanlarla kapli. stockholm'de de o kadar cok agac var ki buralarin sakinleri isvecliler degil de agaclar sanki. zaten isvec insaninin agac sevgisi de dillere destan.

gecen sene ispanyolca dersinde cocukken ne olmak isterdik, onu anlatiyorduk. ben dedim ki, 'arbol' olmak isterdim ben. arbol ispanyolca 'agac' demek. cok guzel agac cizerdim, hep agac cizerdim. sonra tipki bir agac gibi oldugum yere kok salmak isterdim. hic sevmezdim yolculuk etmeyi, ait oldugum yerden baska bir yere gitmeyi. sonra bir de yaprak konusu vardi. yapraklari o kadar cok severdim ki, agac olsam da her yerim yapraklarla donansa diye dusunurdum.

belki gecmis hayatimda agactim gercekten. ya da secme hakkim varsa, bir sonraki hayatimda agac olmak isterim. baska birsey degil.

insan degil de agac olsam,
dallarimin arasindan ruzgar esse, yapraklarim ciceklerim meyvelerim olsa!
mevsimleri yasasam...koklerimle topragin derinliklerine sarilsam.
kuslar konsa dallarima, yuva bile yapsalar...
bocekler, karincalar yollansalar icime...
curutseler oralarimi, ballarim, sakizlarim olsa...
govdeme bir insan yaslanip uyusa...
ben bunlari hic bilmesem, sadece agac olsam...
erkan ogur

Wednesday, October 27, 2010

no home for the wind

bir hafta istanbul ve bir hafta da ankara seyahatinden sonra gene kuzeydeyim.

gitmek zordu. yeniden orda olmak tuhafti. geri gelmek zordu. orda olmamak zor. nereye ait oldugunu bilememek zor. hicbir yere ait hissetmemek tuhaf. hepsine ragmen burda olmak guzel.

dun okula gittim. sinifimi degistirip beni en ust kura koyduklarini gordum. nasil oluyor da 3 ayda benim bu dili anliyor ve konusuyor olmami bekliyorlar hic anlayamadim. birseyi yanlis mi yapiyorum acaba diye kara kara dusundum derste. cunku gitmeden ogrendigim uc kelime isvecceyi de unutmustum tatilde. hatta canim ingilizce bile konusmak istemiyordu. tatili soranlara, guzeldi ve fakat konusma kabiliyetimi kaybettim maalesef diyesim geldi, kimseyle hicbir dilde konusmak zorunda kalmayayim diye.

mahmud dervis, edward said icin yazdigi vedada soyle demis;

on wind he walks,
and in wind he knows himself.
there's no ceiling for the wind,
no home for the wind.
wind is the compass of the stranger's north.
he says: i am from there,
i am from here,
but i am neither there nor here.
i have two names which meet and part..
i have two languages,
but i have long forgotten which is the language of my dreams.

Monday, October 4, 2010

islim kebabi



250 gr kiyma
2 patlican
1 sogan
2 dis sarimsak
2 dilim ekmek ici
domates, biber
tuz, karabiber, kimyon
1 kasik domates salcasi

patlicanlar tombul degil de uzun patlicanlardan olmali cunku boylamasina kesiyoruz onlari. hic soymuyoruz da. sonra da hafif kizartiyoruz. kofte icin de soganlari rendeliyoruz ya da ince ince kesiyoruz. aynen sarimsaklari da. sonra ekmek ici ve baharatlari da ekleyip yoguruyoruz. tariflerde iki adet serit seklindeki patlicani arti seklinde koyup ortaya koydugumuz kofteyi dort taraftan sariyoruz diyor. ama patlican seritlerim uzundu ve ben de sadece bir patlican alip ucuna kofteyi koyup sonra rulo yaptim. uzerine bir parca domates ve biber koyup kurdanla bu paketi tutturuyorsunuz. resimlerde goreceginiz gibi ben biber almayi unutmustum, sadece domatesle yaptim. artan kiymayi da kofte yapip aralara dizdim. bir kasede sulandirdigimiz salcayi uzerlerine dokup tepsiyi firina veriyoruz. kofteler pistiginde yemegimiz de pismis oluyor.

cok lezzetli bir yemek..

Saturday, October 2, 2010

eat pray love


cici arkadasim didem'e..

aslinda mutsuz bir evliligi devam ettirdigini ve gecip giden zamana karsi hayallerini yataginin altindaki bir valizde sakladigini farkeden bir kadin ilk is bosanip yolculuga cikiyor. kadinin bosanmak istegini kocasina anlatis sekli super: I don't want to be married! julia roberts'tan baskasi bu rolu bu kadar guzel oynayabilir miydi bilmiyorum. kahramanimiz ciktigi yolculukta cok guzel seyler yasiyor, cok guzel insanlarla karsilasiyor, kendini ve kocasini anliyor ve finalde de yeniden aski buluyor. son zamanlarda filmlerde romantik asik rolunu tek bir isim oynuyor: javier bardem! ve bir adam bu kadar mi yakisir asik adam rolune!!!

super eglenceli bir film olmus. klise bir ifade filmi cok guzel anlatiyor; guldururken dusunduren bir film. icinde o kadar guzel seyler de soyluyor ki. cok cok tavsiye ederim bu filmi sinemada izlemenizi.

birkac hafta once hintli sinif arkadasim toplantilarina davet etti beni. daha once din konusunu konusmustuk ve krishna lord'a inandiklarini soylemisti. hangisiydi o diyince sirt cantasindan kucuk bez bir canta cikartti ve uzerinde islenmis krishna'yi gosterdi. bir insanin tanrisini cantasinda tasiyabiliyor olmasi ne buyuk rahatlik ne pratik birsey diye ic gecirmedim diyemem. bir hint restoraninda pazar ogleden sonralari toplanip konustuklarini, dua ettiklerini ve de yemek yedklerini anlatti. iste o gun dersten sonra toplanti vardi. yabanci biri oldugunda ders ingilizce oluyor dedi ve o gun dersten sonra yemek ucretsizdi. ne konustuklarini merak ettim, bir de dersten sonra beles hint yemegi yerim diye dusunerek toplantilarina katildim. sandigim gibi restoranin bir kosesinde masa cevresinde toplanmiyorlardi. restoranin arka tarafinda temple dedikleri tapinaklari vardi. aynen bizim camiye girdigimiz gibi ayakkabilarini cikartip iceri giriyor ve sonra yerlerde oturup dua ediyorlardi. her yer krishna'nin resimleri ile doluydu. krishna figurunu hepimiz biliyoruz aslinda. hani mavi bir erkek cocugu, genelde tek ayagi uzerinde degisik figurlerle durur, iki eliyle yan flut calar. duvarlarda krishna'nin resimleri disinda tam karsimizda kocaman bir heykeli de vardi. heykelin kendisi ve civari hint usulu ve cilginca susluydu. ben hafif sasirmis bunlari incelerken duayi yonetecek bir adam taht gibi bir yere gecip oturdu ve sonra hep birlikte hara krishna krishna hara diye bir sarki soylemeye basladilar. o sirada kafamin icinde bir jeton singir mingir cilong seklinde bir yerlerden yuvarlanip yerine oturdu. o gun seker bayraminin ilk gunuydu. bense bir hint tapinaginda krishna tanriya dualarin arasindaydim. hafif tedirgin olmadim diyemem ama icimde kucuk bir hesaplasma ile olayi ortbas ettim. cevremdeki insanlar hintce bir duayi hep beraber mirildanmaya basladilar. bu arada aynen bizim gibi iki elleri yukari bakar sekilde dua ediyor, aynen bizim gibi alinlarini yere koyup secde ediyorlardi. bu kisimlar da bittikten sonra nihayet konusma fasli basladi. amerikali bir hindu rahip onundeki bir kitaptan once hintce okuyup sonra ingilizce olarak okudugu seyler uzerine konustu. o gunku konusmanin konusu da 'konusmak'ti. ne kadar cok konustugumuzu, ne kadar az sustugumuzu ve bunun bizim ve herkesin dengesini nasil bozdugunu anlatti. cok guzel bir dersti. dersten sonra yemekleri yapan hintli asciyla ve ermeni kukla yapimcisi bir kadinla tanistim. boylece yemek sohbeti de ayrica keyifli gecti.

yazdiklarimi okuyup super seker yorumlar yapan bir arkadasim ilk zamanlarda bana soyle birsey soylemisti; aradigini bulmus bir insan goruyorum yazilarinda ve benim yazilarimda neyin eksik oldugunu anliyorum. ben de gecenlerde ona dedim ki, aradigimi buldugum dogru degil. ama aramak uzere yola cikmis olmak gercekten cok farkli bir ozgurluk ve huzur veriyor insana. aramaktan vazgecmis olmak, sadece bekliyor olmak cok uzucuydu nitekim..

filmde pek cok guzel sey soylendi. bunlardan biri de suydu:

'ruin is the gift. ruin is the road to transformation.'

yazin ortasinda bir gun sehir merkezinden eve yuruyordum. karsi kaldirimda insanlarin arasinda hizli adimlarla yuruyen iki budist rahip gordum. her turlu insan kendi kostumleriyle dolasiyor bu sehirde. ama sehrin kalabaligi, trafigi arasinda bir cift budist rahip bulmayi beklemiyorsunuz. cantamdan makinami cikartip fotograflarini cekmek uzere peslerine dustum. bu adamlari gormus olmak, fotograflarini cekmis olmak beni neden bu kadar neselendirdi, mutlu etti bilmiyorum. belki de yolculuk boyle birsey iste. karsiniza neyin cikacagini bilmiyorsunuz ve bilmediginiz bu seyler sizi sasirtip mutlu edebiliyor..




ve final.......


http://www.imdb.com/video/imdb/vi416744985/

eddie vedder diyor ki;

"i feel part of the universe open up to meet me
my emotion so submerged, broken down to kneel in
once listening, the voices they came
had to somehow greet myself, read myself
heard vibrations within my cells, in my cells
singing "aaah aaaah aaaah aaaaaah"

my love is safe for the universe
see me now, i'm bursting
on one planet, so many turns
different worlds
singing "aaah aaaah aaaah aaaaaah"

fill my heart with discipline
put there for the teaching
in my head see clouds of stairs
help me as i'm reaching
the future's paved with better days

not running from something
i'm running towards the day
wide awake anekatips
a whisper once quiet, now rising to a scream
right in me
i'm falling, free falling, words calling me
up off my knees
i'm soaring and, darling,
you'll be the one that i can need
still be free

our future's paved with better days"

Monday, September 27, 2010

etli bezelye


1 sogan
1 havuc
2 domates
1/2 kilo bezelye
200 gr kusbasi et
2 kasik salca
dereotu
tuz, karabiber
zeytinyag

sogani kucuk kucuk dograyip zeytinyaginda kavurmaya basliyoruz. sonra kare kare ve kucuk kucuk dogradigimiz havucu da katiyoruz. sonra kusbasi eti ve kup kup dogranmis domatesi de ekliyoruz. bunlar kendi kendilerine biraz pisiyor. sonra salcayi ekleyip uzerine bezelyeyi de koyuyoruz. bizimki donmus bezelyeydi. yemegi yapmaya baslarken cikartmistim buzluktan. son olarak tuz, karabiber ve dereotu tozunu koyuyoruz. yani toz degil de aynen baharat gibi kuru dereotu bu. bilmiyorum taze dereotuyla yapilsa daha mi guzel olur? bi denemek lazim.

yanina pilav da yapinca ve hatta ayran da, afiyet oluyor haliyle :)


Thursday, September 23, 2010

zeytinyagli patlican



4-5 kucuk patlican
2 carliston biber
2 orta boy domates
1 sogan
4-5 dis sarimsak
zeytinyag
tuz, karabiber


basma da fistan giyemem aman, zeytinyagli yiyemem aman..

ben zeytinyagli yerim, cok da severim sayin okurlar. bu yemegi isterseniz sicak yiyebilirsiniz. ama aslinda zeytinyagli bir yaz yemegidir. hatta yogurtla yenirse super olur. annem bu yemegi yazin yapar ve hep yogurtlu yedirir bize. duydum ki istanbul'da hava aniden sogumus. yaz bitti demeden bu guzel yaz yemegini yazayim istedim.
sogani zeytinyaginda kavurmaya basliyoruz. uzerine kare kare dogranmis biber ve domatesleri de ekliyoruz. sonra sarimsaklari da dograyip koyuyoruz. patlicanlari kare kare dograyip tencereye ekleyince geriye dograyacak birsey kalmiyor. tuz, karabiber ve de cok az su ekliyoruz. pismeye birakiyoruz. daha once bu yemegi yaparken patlicanlari alacali soymustum. bu sefer ya vitaminler hemen kabugun altindaysa gercekten diyerek soymadim. siz de soymayabilirsiniz.



Tuesday, September 21, 2010

bibliotek



universitedeyken okulun en sevdigim yerlerinden biri kutuphaneydi. kitap okumaya giderdim bazen. bazen camdan disariyi seyretmeye giderdim. bazen kafami dinlemeye giderdim. ve bazen de ders calismaya giderdim. alt katta multimedya bir bolum vardi. masalarda kulaklikla muzik dinlenebiliyordu. 4-5 kanalli muzik yayini vardi ve bu yayin da ayni bolumdeki plak odasindan yapiliyordu. gidip ordan plak secerdik. gorevli kisi kanallardan birinde calardi onu. kimliginizi alir bir de kulaklik verirdi size. sonra cikarken kulakligi verir kimliginizi geri alirdiniz. o masalarda istatistik, ekonometri gibi igrenc derslere calisirken bir yandan da beethoven dinledigimi hatirliyorum.

kitap okumayi hep cok sevdim. elimde kitap tasimayi. kitap satin almayi. aldigim kitaplari evirip cevirip saatlerce bakmayi. ankara'da dost kitap evinin taksitli kitap satis karti vardi. henuz kredi kartlari ve taksitli alisveris devri baslamamisti. ama biz lisedeyken hepimizin mavis dost karti vardi. taksitle kitap alir, harcliklarimizla oderdik.

simdi yeni evli insanlarin evine gidiyorsunuz. standard bir doseme durumu var. oturma takimi, yemek takimi, yatak odasi takimi, bir oda da cocuk odasi filan. kutuphane??? o yok, cunku artik hersey internette var... yok iste. kitap okuma ruhu internette yok. gece gunduz internet onundeki insanda da kitap okuyan insanin ruhu yok.

burda cok guzel, kocaman bir halk kutuphanesi var. herkese acik. sonra her bolgede ayrica daha kucuk kutuphaneler var. hepsi birbirine bagli. birinden aldiginiz kitabi goturup bir baskasina teslim edebiliyorsunuz. arada haftasonlari gidiyoruz. ya da bazen onunden gecerken soyle bir ugrayip kitap bakiyoruz, kitap aliyoruz. ruh arindirma yerleri bence kutuphaneler. hatta butun sorularin cevaplari da orda. ve belki de bu yuzden bizde kutuphane kulturu de, kullanmak isteseniz kutuphane de pek yok. soru sormak da, cevap aramak da yok kulturumuzde. ne kadar yazik, di mi?

asagidaki kitaplar burdaki kutuphaneden aldigim ilk kitaplar. delice belki ama geri vermeden fotograflarini cektim. okuyup da sevdigi kitaba baglanmasi vardir bir de insanin. kutuphaneden kitap almanin ve sonra geri vermenin tek zorlugu budur iste. insanin yillar boyunca okudugu ve kutuphanesine yerlestirdigi kitaplarindan uzakta yasamasinin zorluklarina hic deginmek bile istemiyorum..


'a man's road back to himself is a return from his spiritual exile, for that is what a personal history amounts to - exile.'

saul bellow/ the actual / 1997




Friday, September 17, 2010

firinda mantar


bu kadar mi kolay ve lezzetli olur bir yemek. bunu et, tavuk gibi seylerin yanina yapabilirsiniz ama tek basina da yiyebilirsiniz. soyle ki, yanina bir tek makarnayla enfes bir yemek oluyor. cok doyurucu, cok da besleyici. mantarin faydalari saymakla bitmez, saymiyorum bu yuzden..

malzemeler: mantar ve peynir. kisi basi 5-6 mantar cok rahat yeniyor. mantarlarin saplarini cikartip sonra elimizle icten disa dogru kabuklarini soyuyoruz. bembeyaz bir hale geliyor mantarin disi. sonra icleri yukari gelecek sekilde tepsiye dizip firina veriyoruz. en az 15 dakika pisiyor mantarlar. iclerindeki cukurlar kendi sulariyla doluyor bir sure sonra ve o suyu da cekip pisiyorlar. sonra uzerlerine birer parca peynir koyuyoruz. cesitli peynirlerle deneyebilirsiniz. kasar en uygunu tabii. bizim beyaz peynirimiz olmaz saniyorum. burda kasar ve beyaz peynir arasi bir peynir var. oldukca yagli, az tuzlu ama bizim beyaz peynir gibi yumusak degil. onunla yapiyoruz, cok guzel oluyor. peynirleri de mantarlarin uzerine yerlestirdikten sonra firinda 3-5 dakikada eriyor zaten peynir ve yemeye hazir hale geliyor. cok guzel oluyor. demis miydim?