Sunday, August 29, 2010

'we are the world' - mj forever!

gecen hafta sfi (swedish for immigrants) okulunda ikinci haftami tamamladim. sinifim birlesmis milletler temsilciler grubu gibi. sinif arkadaslarim tunus, bulgaristan, tayland, cin, somali, etiyopya, eritrea, letonya gibi cesitli ulkelerden gene cok cesitli sebeplerle bu ulkeye gocmen olarak gelmis insanlar. ilk haftalar herkes birbirine surekli sorular sordu. bu ulkeler nerdeydi, cografyasi, iklimi neye benziyordu, hangi diller konusuluyordu, hangi dinlere inaniliyordu, merhaba, tesekkurler nasil deniyordu gibi. bir masa etrafinda bir avuc insan ne kadar cok dilde merhaba diyebildigimizi gorup sasirdik. cogumuz kendi yerel dilinin disinda bir parca ingilizce, almanca, fransizca, italyanca, ispanyolca ve tabii isvecce biliyordu. bir baska cok ilginc sey de bu ulkelerin cogu latin alfabesi bile kullanmiyordu. cin'li, tayland'li ve tunus'lu cocuklar latin alfabesiyle egitim gormemislerdi kendi ulkelerinde. cok az ingilizcelerini kulaktan ogrenmislerdi. onlar icin isvecce ogrenmekten daha zor olani latin alfabesiyle yazmayi ve okumayi sokmekti. 4 farkli hocamizin ulkeleri de: isvec, guney kore, polonya ve turkiye. turk hocamiz burda dogup buyumus bir cocuk. cok iyi ingilizce ve turkce de konusuyor. 2 haftalik introduction kursu tamamladik ve pazartesi'den itibaren bizi gecmis egitim durumumuza gore farkli siniflara alacaklar. bu siniflarda da kurlarin bizim alisik oldugumuz gibi belirlenmis sureleri yok. yani herkese bireysel olarak egitim veriyorlar ve her kuru ne kadar zamanda gececeginiz size bagli. bu yuzden ne yazik ki sinif arkadaslarimin hicbiriyle ayni sinifta olmayacagim ama onlarla gecirdigim bu guzel 2 haftayi da asla unutmayacagim.

gecen hafta persembe gunu polonya'li hocamiz dersin sonunda yan sinifi bizim sinifa cagirdi. boylece onlara karsi biz seklinde 2 grup olup isvecce isim-sehir-hayvan oynadik. tabii cok eglendik. F harfinde unlu kisi icin hemen farrah fawcet diye atladim. sozcumuz nadia suratini burusturdu. tekrar farrah fawcet!!!! dedim ama fayda etmedi. boyle biri var ve de cok unlu dedim, ikna oldular. sonra sure doldu ve herkes yazdiklarini okuyordu. unlu kisiye gelince baktim nadia tereddut ediyor, ben konustum ve asagidaki diyalog yasandi sinifta:

ben - farrah fawcet!

sinif ve hoca - ???

- charlie's angels?

- ???

- charlie's angels!!! she was the blonde one! last year she died at the same times with michael jackson!!!

- michael jackson...

- so you know michael jackson? :)

farkli ulkelerden farkli insanlardik. charlie's angels'i bilmiyorlardi. farrah fawcet'in adini bile duymamislardi daha once. ama michael jackson diyince herkesin gozleri parlamisti.

1985 tarihli 'we are the world' dunyanin bugune kadar en cok satmis single'i. uzun zamandir dinlemedigim bu sarkiyi dinleyince farkettim ki sozlerinin tamamini ezbere biliyorum. bu sarkiyi dinledigimi, afrika'ya yardim icin verilen o konseri televizyonda izledigimizi de cok net hatirliyorum. etiyopya'da cocuklar yiyecek ekmek bulamiyorlar, acliktan milyonlarca cocuk oluyordu. oysa yanimda oturan etiyopya'li cocuk elektronik muhendisiydi ve buraya yuksek ogrenim icin gelmisti. 2 hafta boyunca ona ulkesindeki ac insanlari televizyonlarda gorerek buyudugumuzu, durumun daha farkli olup olmadigini sormak istedim. ama insanlar bana carsafli insanlari sorduklarinda ne hissediyorsam ayni on yargiyi silme odevini vermek istemedim ona. bir baska az gelismis ulkenin cocugu olarak ayni kaderi paylasiyorduk. nasil benim turk olduguma hayret ediyorsa benimle tanisan 100 yabancidan 95'i, ayni seyler onun ulkesi icin de gecerliydi. belli ki egitim duzeyi yuksek bir ailenin, egitimli, buyuk sehir cocuguydu. ama muhtemelen ulkesinde hala ac insanlar vardi. tipki benim ulkemde bambaska zorluklar ceken milyonlarca insan oldugu gibi.

bugun michael jackson'in dogum gunu. huzur icinde uyu MJ...


http://www.youtube.com/watch?v=AMO4tuhq9eE&feature=related

Friday, August 27, 2010

the countess with a mustache



dogulu erkekler biyikli bilinir. peki batili ve biyikli kadinlara ne demeli? yalnizca doguda degil batida da biyik aslinda erkekligin, daha dogrusu erkeklere atfedilen gucun simgesi ve bunu pekala bir kadin da kullanabilir.

wilhelmina von hallwyl (1844-1930) isvec'in en zengin adamlarindan birinin kizi. pesindeki servet avcisi adamlardan kacip avrupa'yi gezmeye basliyor. 3 yilin sonunda almanya'da tanistigi isvicre'li genc bir adamin evlilik teklifini kabul ediyor ve boylece kont walther von hallwyl ile hayatini birlestiriyor. kont ve kontes kendileri icin bir malikane yaptirmaya karar verdiklerinde 3 kizlari da coktan evlenip baba evinden ucmuslar. yani 40 odadan olusan 2.000 metrekarelik hallwylska palatset yalnizca 2 kisinin ikameti icin tasarlanmis.

stockholm'de cok buyuk binalar var. bu guzel eski binalar disardan bakinca kale gibi gorunuyorlar. camlari, kapilari siki sikiya kapali. merakli gozlerle bakiyorum onlara. biri bir kapiyi aralasa da soyle bir iceriye goz atsam diye geciriyorum hep icimden. ama sanki oralarda sakli birtakim hayatlar yasaniyor. ben yeni bir binada, normal bir apartman dairesinde oturuyorum. ama bir firsat olsa cok istiyorum o eski binalardan birine tasinmak. o zaman gercek bir stockholmer olup, bilmedigim bambaska bir hayat yasamaya baslayabilirim sanki. sehrin en aristokrat caddelerinden birinde bir binanin onunden gecerken muze oldugunu gormustum. yani parayi veren, bu kaleyi fethedebilirdi. bir suredir koymustum kafaya bu isi. ve bir aksam karar verdim oraya gitmeye. ertesi sabah evden cikmadan once haritayi inceledim. yuruyerek gitmekti niyetim. guzergahimi belirledim. gene cantama su ve cikolata aldim. haritam, vincent (ipod'um), semsiyem, ekstra hirkam, ivir zivir derken sefere cikmaya hazirdim.

hallwylska museet 4 katli kocaman bir bina. icinde pek cok mimari tarz birarada kullanilmis. ayrica zamanina gore ileri teknoloji unsurlar barindiriyor. mesela odalardaki somineler kullanilmayip sus olarak yapilmis cunku bina yerden isitiliyor. butun odalarda cok guzel avizeler var ve gercekten elektrikli ampuller kullanilmis. bu bina stockholm'un elektrikle aydinlatilan ilk evi. icerde dunyanin dort bir tarafindan getirilmis porselenler var. sanata oldukca duskun olan kontesin resim koleksiyonunun da cogu burda. ama bu evi en ilginc yapan sey su; kontes bu eve ilk adim attigi gun bu evin bir gun muze olacagi projesini kafasina koymus zaten. ilk gunden kontesin oldugu gune kadar eve giren her parca esya kataloglanmis. tam 50.000 parca sey eve giris tarihi, nerden kac paraya alindigi, nerde nicin kullanildigi, neyden yapildigi filan gibi akliniza gelebilecek her detayla kataloga islenmis. bu katalogdan limited edition olarak 110 adet basilmis. ve bir tanesi new york metropolitan muzesi'nde olmak uzere dunyanin cesitli muzelerinin arsivinde duruyor. son donemde evde esyalarin sergilenmek uzere cesitli dolaplara, camekanlara yerlestirilmesi isi evi o kadar ele gecirmis ki hizmetciler evden tasinip yakinlarda baska apartmanlarda oturmuslar. 1930 yilinda kontes kocasindan sonra hayata gozlerini yumdugunda ev o gun muze olarak kapilarini acmaya hazirmis. tum levhalari, guvenlik kordonlari, yonetim odasi hersey ama hersey hazirmis. hayati boyunca kadin oldugu icin ikinci planda kalmis olmanin buruklugunu tasiyan kontesin en buyuk istegi de muzenin bir kadin tarafindan idare edilmesiymis.

muzeyi rehber esliginde bir grupla gezdim. bu siradan bir muze degildi cunku, rehberin anlatacaklarini duymak istedim. bunlardan aklimda kalan birkaci soyle. 2. katta icinde guzel bir steinway piyano da olan bir salon vardi. bu salonun her iki tarafinda birer dinlenme odasi bulunuyordu; biri kadinlar ve biri de erkekler icin. kont ve kontes konuklarini birarada agirlamiyorlardi. cunku kadinlar sanattan, gunluk islerden konusurken, erkekler para, siyaset ve kadinlardan bahsediyorlardi ve bunlari kadinlarin yaninda konusmak her iki taraf icin de uygunsuz bir durumdu. yani bir nevi haremlik, selamlik durumu mevcuttu bu 19. yuzyil kuzey avrupa malikanesinde. erkeklerin dinlenme odasinin duvarinda kontesin yagli boya bir tablosu asiliydi. fakat bu gormeye alisik oldugumuz tarzda bir resim degildi. kontes ressamdan ne goruyorsa cizmesini istemisti. uzerinde siradan gundelik bir kiyafetle bir koltuga yampiri bir sekilde oturmus olan kontes bir kolunu da aynen bir erkek gibi arkaya atmisti. bunlarin disinda ne goruyorsunuz resimde diye sordu rehberimiz. ben kendimi tutamadim ve kontesin biyiklari var sanirim dedim. gulerek evet dedi rehber. malikanedeki diger tum resimler kizlarina ve diger aile uyelerine aitti. butun kadinlar kendilerinden beklenecegi uzere uzerlerinde guzel tuvaletler, ellerinde eldivenler, bir ellerinde yelpaze ile asil pozlar vermislerdi. oysa kontes erkeklerin odasinda bir resim cercevesinde dahi olsa biyiklarini burarak bas kaldiriyordu. sirf kadin oldugu icin yeterince egitim gorememis olmaya, evlendigi gun babasindan kalan buyuk servetinin her kurusunun kocasinin yonetimine gecmis olmasina ve o odada erkeklerle oturup sigara icip siyaset konusamiyor olmaya isyan ediyordu herhalde. daha sonra yatak ve konuk odalarinin oldugu kata gittik. odalardan birinde rehber gene bize nasil bir oda bu sizce dedi. karanlikti, cok fazla esya vardi, sanki tum bosluklar bilincli olarak doldurulmustu. evet dedi rehber, o doneme ait bir kavramdi bu; fright of emptiness, yani bosluk korkusu. bir duvara dikkatimizi cekti. herhalde 20-30 kadar cerceveli resim asiliydi. iste bu da ayni endiseyle doldurulmus bir duvar dedi. sonra banyolarin tuvaletlerin oldugu bir kisim gezdik. tuvaletler alafrangaydi ama tabii ki kanalizasyona bagli degildi. bunun yerine kapali bir bolmede lazimlik tarzi birseyler vardi. geceleri hizmetciler bunlari bosaltiyordu. tuvalet oturaginin yan tarafinda bir rafta kucuk bir kadeh duruyordu. evin beyi bu isi yapan hizmetkari bir kadeh snaps'le odullendiriyordu. snaps ozellikle iskandinav ulkelerinde tek seferde kafaya dikilerek icilen viski, brandy, vodka gibi sert ickilere verilen isim.

ailenin bir baska asi kadini ise kont ve kontesin ikinci kizlari; ellen. kocasinin isleri sebebiyle yurt disinda olduklari bir donemde oglunun ogretmenine asik oluyor ve ulkesine doner donmez ailesine bosanmak istedigini acikliyor. kont bunun kabul edilemez birsey oldugunu, cok istiyorsa ayri yasamasini soyluyor kizina. ancak o sevdigi adamla evlenmek icin bu fikrinden vazgecmiyor ve buyuk bir skandala imza atiyor. bunun uzerine kont kizini evlatliktan reddediyor ve mirasindan da mahrum birakiyor. bununla da kalmayip mahkeme oglunu ellen'in elinden alarak buyutmeleri icin kont ve kontese veriyor. sevdigi adamla evlenen ellen stockholm'un disinda bir yerde kir hayati yasiyor. uzunca bir sure de uzaklara gidiyor ve kocasiyla dunyayi geziyor. ozellikle afrika ve guney amerika'yi cok seviyor. gittigi yerlerde gordugu degisik insanlar, degisik hayatlar ona ilham kaynagi oluyor ve hem resim hem de heykel calisiyor. ayni zamanda muzikle de ilgileniyor. cok iyi piyano caliyor ve hatta beste yapiyor. resimlerinin oldugu bir odada onun bir bestesinin notalari sergileniyor ve fonda da bu guzel parca caliyordu. katlardan birini gezerken hafif bir piyano sesiyle guzel bir muzik duymustum. iste duydugum sey buymus. yillar sonra kont kizini affediyor ve cocuguyla da gorusmesine izin veriyor. ama butun bunlarin ne buyuk bir dram, ne buyuk bir mucadele ve ne buyuk bir yasama sevinci barindirdigini da dusunmeden edemiyor insan. ne kendilerine, ne baskasina, ne de hayata kusmuyor bu insanlar. ellen butun bu seyahatler boyunca bir yandan hep hasta. bu yuzden de hep biraz yorgun. ama su fotografina ozellikle ve uzun uzun baktim. gordugum sey mutlu bir kadindi.


kontesin yazmis oldugu bir mektuptan bahsetti rehber. kendisinden, benim icin anormal dendigini biliyorum ama ben de kendimi normal bulmuyorum zaten diye bahsediyordu. anormal miydi bu kadin diye dusundum. turun sonunda rehber bizi giris katinda birakti. ben kosarak ust kata ciktim. kontesin resminin karsisina gectim. karsilikli epey bakistiktan sonra hayir dedim, hicbir anormalligin yoktu, yalnizca degisik bir insandin, hepsi bu.

Friday, August 20, 2010

un helvasi


insanin cani birden bire un helvasi isteyince, anneden de uzakta olunca, caresiz kendisi yapmak zorunda kaliyor. internette biraz tarif bakindim ama guvenemedim. hemen annemi aradim ve ondan aldigim tarifle ilk defa denedigim un helvasi cok guzel oldu.

2 corba kasigi tereyag
2 su bardagi un
1 su bardagi sut
1 su bardagi su
1.5 su bardagi toz seker

tereyag ve unu kisik ateste ve tahta bir kasikla yaklasik 45 dakika kavuruyorsunuz. o esnada butun ev misler gibi kokuyor, bunu belirtmeden gecemiycem. sonra sut, su ve toz sekeri de bosaltip gene kisik ateste bulamac haline gelen helvayi karistirmaya devam ediyorsunuz. kasik gittikce agirlasiyor, karistirmak zorlasiyor. oyle bir nokta geliyor ki artik tencerenin icindeki sey karistirilamaz, dondurulemez hale geliyor. o zaman ocagin altini kapatiyorsunuz ve helvayi da sogumaya birakiyorsunuz. ilikken yemeyi cok severim ben. ama helva dolapta durdukca guzellesti sanki. sonraki 3 gun boyunca bayila bayila yedik. cok tavsiye ederim..

chopin maraton


hayatimin ilk maratonu oldu; chopin maraton. gunlerce oncesinden sabirsizlanmaya baslamistim ama o gun sabah artik yerimde duramaz oldum. kahvaltimi yaptim, giyindim, hafif makyaj yaptim, konserde giyecegim topuklu ayakkabilarimi cantama koydum. kendime kucuk sandvicler hazirladim, ayrica su ve cikolata aldim yanima. cunku tam 12 saatlik bir maratona katilmak uzere cikiyordum evden. chopin'in 200. dogum yili dolayisi ile duzenlenen bu etkinlik ogleden sonra 3'te baslayip gece yarisindan sonra 3'te sona erecekti. dusunebiliyor musunuz, tam 12 saat sahnede piyanistlerden canli olarak chopin dinleyecektik? evden konser salonuna yurudum. ne zamandir onunden geciyordum konserthuset'in ve merak ediyordum ilk olarak ne zaman konsere gelecegimi. iste o gun bugundu. konser salonunun onune geldigimde yuruyus ayakkabilarimi cikartip digerlerini giydim. kapidaki gorevliye chopin maraton icin geldim dedim. ust kata cikacaksiniz dedi. iki kat yukari ciktim. konser salonu coktan dolmustu. program var midir diye bakindim, bir masa gordum, uzeri brosurler ve kitaplar dolu. yanasip gorevliye ingilizce olarak konser icin program olup olmadigini sordum. var dedi ve uzatti bir tane. masa polonya konsoloslugu tarafindan hazirlanmisti. 2010 chopin yili dolayisi ile kitaplar, brosurler, haritalar bizi chopin'in varsova'sina davet ediyordu. ingilizce konustugumu duyan bir baska gorevli nereli oldugumu sordu. turk'um dedigimde ama polonyali'ya benziyorsunuz dedi. bir an dusundum, ama bilmiyorum polonyali'larin neye benzediklerini dedim. ben polonyali'yim dedi, nasil bilmezsiniz, dunyanin en guzel kizlari polonyali'dir. bakin mesela kendinize dedi. sonra gulumsedi, siz polonyali degildiniz, ama turk'e de benzemiyorsunuz. kalbim chopin icin deli gibi carparken bir polonyali karsima gecmis benim belki de baska biri olabilecegimi soyluyordu. peki ben de ona e minor prelude'un aslinda benim icin yazildigini soylesem, o da bana inanir miydi? konser salonuna girerken artik ayaklarim yerden kesilmisti. salonda oturacak yer kalmamisti. salonun en arkasinda sirtimi guzelce dayayacak bir yer buldum kendime ve boylece bu muhtesem olaya tanikligim baslamis oldu.

sahneye 30'a yakin piyanisti cikti. iclerinde taninan, cok iyi piyanistler vardi. isvec radyosu konseri canli olarak yayinladi. bunu onceden anlayabilseydim birilerine haber verebilirdim diye dusunup uzuldum. her piyanistten once bir konusmaci cikip birkac dakika konusup bilgi verdi. konusmalar isvecce oldugu icin anlayamadim tabii. 4-5 kez de 15'er dakikalik aralar verildi. bu aralarda ve parca aralarinda salondan cikanlar oluyordu ve gorevliler iceri baskalarini aliyordu. aksama dogru bir ust kata, balkona ciktim ve konserin devamini orda izledim. hem de piyanistleri elleriyle tam olarak gorebilecegim bir noktada basamaklara oturdum. bir ara onume 70'li yaslarda bir adam geldi. once ozenle gozlugunu takti ve sonra cantasindan notalari cikartti. calan nokturnleri notalardan takip etmeye basladi. yan gozle adama bakanlara, ama ne kadar zevkli birseydir bu bilmiyorsunuz, dememek icin kendimi zor tuttum. kendimden baska birisini bunu yaparken izlemek cok hosuma gitti. sonra adamin her iki kolunda da saat oldugunu farkettim. neden olabilir diye dusunmeye basladim. belki cok sevdigi olen karisinindi saatlerden biri. sormak istedim ama boyle bir cevap almaktan korktum. saatler ilerledikce yanimdan insanlar gecip gidip yerine baskalari geliyordu. o gun o salonda binlerce insan chopin dinledi. gece 2'ye dogru artik yorgunluktan gozlerim acimaya baslamisti. bu guzel olayin sona erdigini gormeden ayrilmaya karar verdim. cikarken kapidaki gorevliye bugun kac kisi girdi bu salona kimse saydi mi dedim. hayir ama cok ilginc bir bilgi olurdu gercekten dedi.

13 agustos gunu yapilan chopin maraton'un tum kaydi sverigesradio'nun web sitesinden dinlenebiliyor. birer saatlik 13 parca halinde koyulmus tum maraton. http://sverigesradio.se/sida/default.aspx?programid=3886

balkonda konseri dinlerken salonun tavanindaki guzel islemelere baktim bir ara. sonra dusundum, birgun insanlik yok olsa, yani hersey yerle bir olsa bir sekilde. sonra yeniden hayat baslasa dunya uzerinde, yine muzik olur muydu acaba. birileri piyano calar miydi gene. ve chopin...
sokolov plays chopin's prelude in e minor (op. 28 no. 4)
http://www.youtube.com/watch?v=PghdtFgNNZ4&feature=related

Thursday, August 12, 2010

mercimek corbasi


enfes bir corba bu! baska soze gerek yok...

1 su bardagi kirmizi mercimek (buyukce bir bardak)
1 sogan
1 havuc
1 patates
1 corba kasigi un
1 corba kasigi salca
tuz, karabiber, kekik
zeytinyag

sogani minikminik dograyip zeytinyaginda cok hafif kavuruyoruz. sonra uzerine kupkup dogradigimiz havuc ve patatesi ekliyoruz. soyle bir cevirip uzerlerine de unu serpiyoruz. yikadigimiz mercimegi ekleyip, salcayi da koyuyoruz. ve sonra suyunu koyuyoruz. suyun olcusunu vermek zor. corba piserken koyulasiyor ve zaten tekrar sicak su eklemek gerekiyor. once corbaya benzemiyor hazirladigimiz karisim. insan bir supheye dusuyor herseyi dogru yaptim mi diye. fakat 15-20 dakika sonra mercimekler pismeye basladiginda corba gorunumu almaya basliyor. o asamada tuz, karabiber ve kekik ekliyoruz. mercimek corbasinin kivamini bilirsiniz. iste o kivamda olmasini saglayacak kadar su takviyesi yapiyoruz pisme sureci boyunca.

tariflerde blendirdan gecirin diyor ama ben gecirmedim. havuclar ve patatesler corbanin icinde cok guzel gorunuyorlardi. kiyamadim :)


Wednesday, August 11, 2010

don quixote - dancer in the dark

in a place of la mancha, whose name I would not like to remember, there lived, not very long ago, one of those gentlemen with a lance in the lance-rack, an ancient shield, a skinny old hack, and a fast greyhound.

yaz basindan beri bir tv kanali gece 11-12 arasi iki bolum arka arkaya sex&the city veriyor. bu aralar carrie rus sevgili aleksandr petrovsky ile birlikte. saniyorum 40'li yaslarinda orda baryshnikov. gunlerdir hayran hayran adami izliyordum. mikhail baryshnikov ve jessica lange'in bir kizlari oldugunu biliyor muydunuz? peki babanizin mikhail baryshnikov ve annenizin de jessica lange oldugunu dusunebiliyor musunuz? hayir bu muhtesem iki insan hic evlenmemisler ve hala birlikte de degiller ama 1981 yilinda bir kiz cocugu dunyaya getirmisler. dun dans muzesinin onunden geciyordum ki, kendimi icerde buldum. muzenin programina baktim ve gozlerime inanamadim: barysnikov festival! hafta boyunca hergun cesitli saatlerde adamin cesitli gosterilerinden gosterimler vardi muzede. bugun don quixote balesini izledim. gosteri 1983 yilinda new york metropolitan operasinda yer almis. demek ki o tarihte 35 yasinda. herkes havaya dogru dik bir sekilde sicrarken o verev burgular atiyor havada. mikhail baryshnikov'a muhtesem bir dansci eslik ediyor: cynthia harvey. ikisinin birlikte dans ettigi yerlerde gercekten tuylerim diken diken oldu. yillar once akm'de hulya aksular ve oktay keresteci'yi izlemistim spartacus balesinde. duydugum hayranligi asla unutamam. gunler sonra beyoglu'nda hulya aksular'i gormustum. yaninda kucuk bir cocukla yuruyordu. donup kalmistim onu gorunce. yanina gidip birsey soylemek istemistim ama ne diyecegimi bilememistim. gozden kayboluncaya kadar arkalarindan bakmistim.

stendhal sendromu. bir sanat eseri karsisinda hayranliktan insanin bilincini yitirmesi durumu. ben bu performanslari izlerken salgilanan endorfin icerisinde beynim sulaniyor olmali. bu arada bilinc de kayboluyor olabilir pekala..

videolar 1983 yilinda newyork metropolitan operasinda gosteri sirasinda kayda alinmis. don quixote balesinden. koreografi mikhail baryshnikov. mikhail baryshnikov ve cynthia harvey dansediyorlar..

bu balerin heykeli dans museet'in girisinde duruyor. yillar once istanbul'a gelen bir danscinin gazetede roportajini okumustum. dansinizla ne anlatmak istiyorsunuz sorusuna, eger bunu kelimelerle anlatabilseydim dans etmeme gerek kalmazdi diye cevap vermisti. bu heykel bana kadinin sozlerini hatirlatti. insan boyle durabiliyorsa birsey soylemesine gerek kalmaz gercekten.


Tuesday, August 10, 2010

kek


bu tarif sevgili deniz'den ve aslinda abla guniz'den...

daha once hic kek yapmamistim. ama icimdeki kek yapma durtusu harekete gecmis olmali ki, yillardir bir kez bile kullanmadigim annemin tupper kek kalibini ve mikserimi buraya getirmistim. ve sonra olaylar soyle gelisti:

3 yumurta
1 su bardagi toz seker
1 su bardagi sut
1 su bardagi sivi yag (ben yarim bardakla yaptim, kek biraz kiriklaniyor ama az yagli isterseniz oluyor)
1 paket kabartma tozu, 1 paket vanilya (yani 3'er cay kasigi)
3-4 su bardagi un
3-4 corba kasigi kakao

once yumurtalar ve sekeri mikserle iyice karistiriyoruz. sonra diger herseyi katip gene mikserle karistirarak, akiskan ama koyu bir sivi elde ediyoruz. kaliba yarisini dokup kalan yarisina kakao koyuyoruz ve karistiriyoruz. sonra kaliba bunu da dokup bir catalin arkasiyla kalibin icinde s harfi gibi sekiller ciziyoruz. kakaolu kisimlar beyaz icinde dalgali sekiller ciziyor boylece. 160 derecede bir saatte filan ancak pisiyor. benim kalibim icine yag surulmesini istemiyor. siz de kek kalibiniza gore hareket edersiniz. cok guzel kabariyor bu kek. cok da guzel oluyor. birkac gun boyunca kesip kesip yiyorsunuz. cok afiyet oluyor yani :)

Monday, August 9, 2010

büyücü hayalet gemi


from wreck...to state of the art...

diyordu muzenin girisinde. butun stockholm kitaplari, rehberleri de bu muzeden bahsediyordu. ama benim cok da ilgimi cekmemisti aslinda. batik bir gemi cikartilmis ve sergileniyormus. ben cok tipik bir kara insaniyim. denizi maviliginden dolayi severim. deniz kiyisinda yurumeye, tas toplamaya bayilirim. ama bin yil gemiye binmesem de olur. derken misafirimiz vasa museum varmis, birtek onu gorsem yeter diyince, hah dedim, gidelim hadi, ben de gormedim henuz.

eski sehir gamla stan'in oldugu adadan tekneye bindik. iki sonraki ada'da indik. stockholm isvec'in guney dogusunda, baltik kiyisinda bir sehir ve sehrin merkezi 14 adaciktan olusuyor. bazen hic farketmiyorsunuz bile bir adadan digerine gectiginizi. hepsi koprulerle birbirine bagli. metroyla gidiyorsaniz da suyun altindan geciyorsunuz. bu yuzden de yonunuzu anlamaniz bulmaniz biraz zaman aliyor. benim icinse boyle bir tespit haritasiz zaten imkansiz. neyse gectik vasa museum'un oldugu adaya. gittik muzeye. aldik biletlerimizi. disardan ucak hangari gibi kocaman bir bina bu. bir kapidan iceri girdik. buyuk ve hafif karanlik bir yere girdigimizi farkettim ve gozumuzun onunde kapkara ve kocaman birsey yukseldi bir anda. neye ugradigimizi sasirdik. boyle birsey gormeyi insan nasil tahmin edebilirdi ki? yani hayal bile edemeyeceginiz birsey bu. ancak cizgi filmlerde gormusuzdur boyle birsey. uzay mekigi gorsem bu kadar hayret etmem herhalde.

vasa'nin hikayesi cok ilginc. kralin emriyle yapilan cok buyuk bir savas gemisi bu. 1628 yilinda suya indiriliyor ve daha limani terkedemeden onu yolcu etmeye gelen halkin gozu onunde batiyor. o gune kadar oyle buyuk bir gemi yapilmamis ve savas gemisi oldugu icin de yuku gereginden fazla agir. iste bu yuzden hesaplar sasiyor ve gemi suda yuzemiyor. daha sonra yaklasik ucyuz yil geminin varligi unutuluyor. ta ki 1950'lerde amator bir arkeolog baltik sularinda teredo navalis adli gemi kurtcuklarinin yasamadigi ve bu sayede gemi batiklarinin bulunabilecegi iddiasiyla vasa'nin pesine dusene kadar. sonunda stockholm'de sehrin ortasinda vasa bulunuyor. 1956 yilinda bulunan gemi batisindan tam 333 yil sonra 1961 yilinda su yuzune cikartiliyor.
vasa %95 orijinal haliyle sergileniyor. devasa, tamami insan elinden cikma bir savas gemisi. muze onu icine alan koca bir boslugu da icine alan bir yapi. bu yapinin icine cepecevre ve kat kat koridorlar yapmislar. bu koridorlardan vasa'yi seyrediyorsunuz hem de geminin icinden cikan kalintilar, maketler sergileniyor buralarda. bir ust koridora cikarsam tamamini goruntulerim herhalde dusuncesiyle daha yukari ve daha yukari cikiyorsunuz ama vasa'nin ya basini, ya kicini, direklerinin ya altini ya da ustunu ancak objektife sigdirabiliyorsunuz. epey ugrastiktan sonra ben pes ettim. fotograf makinami cantama koydum ve gemiyi seyretmeye basladim sadece. muzeden cikarken de soyle diyordum kendime, birgun sabah gelicem buraya ve butun gun vasa'ya bakicam. simdi dusunuyorum da, vasa gercekten buyulemis olmali beni..


Sunday, August 8, 2010

annemin pizzasi


hamur islerinde tarifte maya olunca gozum korkuyor nedense. belki henuz hic kullanmadigim icindir. annemin pizza hamuru cok pratik bir tarif. icinde yogurt var, herhalde maya gorevini o goruyor. ayni hamurla pogaca da yapar annem. cok guzel olur. ben bu pizzayi hem kiymali hem de sucuklu denedim. ikisi de cok guzel oldu. her iki tarifi de veriyorum.

hamur:
1 yumurta
3 dolu corba kasigi yogurt
1 cay bardagi zeytin yagi
1 cay kasigi karbonat
aldigi kadar un

yumusak bir hamur yapip bir kenarda bekletiyoruz. biz de o sirada ustunu hazirliyoruz.
kiymali ust:
200 gr kiyma
1 sogan
3-4 biber (sivri ya da carliston)
2 domates
tuz, karabiber

hepsini dograyip tavada az zeytinyaginda kavuruyoruz. kiyma da icine katilip kavruluyor. tamamen pismeye az kala ocaktan aliyoruz. biraz da firinda pisecek cunku.

sucuklu ust:
bir kasede hafif sulandirdigimiz 3 kasik kadar domates salcasi
rendelenmis kasar
dilimlenmis sucuk

sonra tepsi, borcam, hatta turta kabi, hangisini kullanacaksak hamuru yayiyoruz. uzerine kiymali harci koyuyoruz. sucuklu yapacaksak once salcayi ince bir tabaka halinde kasikla hamurun uzerine yayiyoruz. sonra rendelenmis kasari serpiyoruz her tarafina ve en son da sucuklari diziyoruz. 200 derece alt-ust firinda 30-40 dakika pisiyor.
her iki seklin de fotografini cektim. ozellikle haftasonu sabah kahvaltilari icin tavsiye ederim. test mutfagindan, deneme bir iki :)



Thursday, August 5, 2010

kucuk seylerin tanrisi


cello. insan sesine en yakin ses cikartan enstruman. ve stockholm en iyi cello sesiyle anlatilabilir bence. bu yaziyi bach cello suite no 6 esliginde okumanizi isterim:

eski, tarihi sehirlerin bir merkezi vardir ya; old town. stockholm'un eski sehir merkezi de gamla stan. kralin sarayiyla baslayan bu yolculuk sizi daracik sokaklar, kocaman renkli binalar ve bir suru kucuk dukkanla dolu bir dunyaya goturuyor. hansel'le gratel masalini hatirlatiyor bu dunya insana. sanki o sokaklarda ve o binalarda normal insanlar, normal hayatlar yasanamazmis gibi. kim yasiyor acaba buralarda dedik yurudukce. dukkanlara hayret ettik bir de. siradan hediyelik esya satan dukkanlarin yanisira siradisi dukkanlar vardi. siradisi geliyor buralar bana cunku icleri asla varliginin farkinda olmadiginiz, ozellikle arayip bulmaya calismadiginiz yuzlerce, binlerce kucuk seyle dolu. yine oyle bir yere girip cikmistik ki, anladim ben bu dukkanlarin ne sattigini dedim, huzur satiyor buralar. icerde herkes buyulenmis gibi dolasiyor, sonra sectigi bir iki kucuk seyi kasaya goturuyor ve yuzunde tatli bir gulumsemeyle dukkan sahibi paketliyor sizin icin huzuru ve onunuze birakiveriyor. gel de huzur bulma. huzur sizi buluyor bir kere. alip cikiyorsunuz disari ve bu sefer daha cok seviyorsunuz sokaklari, evleri, gokyuzunu, bulutlari..

istanbul'dan bir arkadasim geldi bu hafta. onunla bir tek gunumuz vardi sehri gezmek icin. bizim evden sehir merkezine yuruduk. eski sehri de ara sokaklara goz atarak dolastik. o daracik ara sokaklar kucuk meydanlara cikartiyor sizi. onlardan birinde yemek yedik. o kadar cok sey yedik ki yan masada oturan turist kadinlar gozleri kocaman olmus bize baktilar surekli. bir grup sokak calgicisi cok guzel muzik yapiyordu. bir tarafta da sadece burda gordugum sokakta degisik bir tahta oturakta (disci koltugu gibi birsey ama tahta ve sirt ustu degil yuz ustu oturuyorsunuz) masaj yapan insanlar vardi. onlari izledik bir yandan. ve bu guzel gunun aksaminda evde kurdugumuz guzel sofra, yedigimiz guzel yemek, ictigimiz guzel sarap, ve esliginde guzel sohbet, derken sanki guzellikler bitmek bilmiyordu. gecenin ilerleyen saatlerinde oturma odamizda camin onune koydugum biblolarimizi alip masaya getirdim. gamla stan'da girdigimiz kucuk seyler dukkanlarindan birinde ben cok begenince sevil bunlari bize hediye olarak almisti. sonra hep birlikte mum isiginda bu kucuk biblolari incelemeye basladik. bir kiz ve bir erkek figuruydu bunlar. yuzleri cizilmemisti. erkek onunde kavusturdugu ellerinde altin kalbini ve kiz da arkasinda bir demet cicegi simsiki tutuyordu. onlarin hikayelerini anlamaya, anlatmaya calistik. cesitli sekillerde yanyana koyduk onlari. her bir cizgi oyle buyuk bir ozenle cizilmisti ve her bir durusta birbirleriyle, bizimle oyle guzel konusuyorlardi ki cok sasirdik. belki de konusmak icin sozcuklere de gerek yoktu bazen. bir durus yeterliydi.

kucuk seylerin tanrisi geldi aklima. bunlari o yaratmis olmali diye dusundum, gecenin bir yarisi bizi bu yaratiklara hayran biraktiran da gene o olmali.
not: fotograflar ertesi gun, mutfak masamizda ve tarafimdan cekilmistir.
not2: iyi ki geldin sevil. gene gel!