Wednesday, October 27, 2010

no home for the wind

bir hafta istanbul ve bir hafta da ankara seyahatinden sonra gene kuzeydeyim.

gitmek zordu. yeniden orda olmak tuhafti. geri gelmek zordu. orda olmamak zor. nereye ait oldugunu bilememek zor. hicbir yere ait hissetmemek tuhaf. hepsine ragmen burda olmak guzel.

dun okula gittim. sinifimi degistirip beni en ust kura koyduklarini gordum. nasil oluyor da 3 ayda benim bu dili anliyor ve konusuyor olmami bekliyorlar hic anlayamadim. birseyi yanlis mi yapiyorum acaba diye kara kara dusundum derste. cunku gitmeden ogrendigim uc kelime isvecceyi de unutmustum tatilde. hatta canim ingilizce bile konusmak istemiyordu. tatili soranlara, guzeldi ve fakat konusma kabiliyetimi kaybettim maalesef diyesim geldi, kimseyle hicbir dilde konusmak zorunda kalmayayim diye.

mahmud dervis, edward said icin yazdigi vedada soyle demis;

on wind he walks,
and in wind he knows himself.
there's no ceiling for the wind,
no home for the wind.
wind is the compass of the stranger's north.
he says: i am from there,
i am from here,
but i am neither there nor here.
i have two names which meet and part..
i have two languages,
but i have long forgotten which is the language of my dreams.

Monday, October 4, 2010

islim kebabi



250 gr kiyma
2 patlican
1 sogan
2 dis sarimsak
2 dilim ekmek ici
domates, biber
tuz, karabiber, kimyon
1 kasik domates salcasi

patlicanlar tombul degil de uzun patlicanlardan olmali cunku boylamasina kesiyoruz onlari. hic soymuyoruz da. sonra da hafif kizartiyoruz. kofte icin de soganlari rendeliyoruz ya da ince ince kesiyoruz. aynen sarimsaklari da. sonra ekmek ici ve baharatlari da ekleyip yoguruyoruz. tariflerde iki adet serit seklindeki patlicani arti seklinde koyup ortaya koydugumuz kofteyi dort taraftan sariyoruz diyor. ama patlican seritlerim uzundu ve ben de sadece bir patlican alip ucuna kofteyi koyup sonra rulo yaptim. uzerine bir parca domates ve biber koyup kurdanla bu paketi tutturuyorsunuz. resimlerde goreceginiz gibi ben biber almayi unutmustum, sadece domatesle yaptim. artan kiymayi da kofte yapip aralara dizdim. bir kasede sulandirdigimiz salcayi uzerlerine dokup tepsiyi firina veriyoruz. kofteler pistiginde yemegimiz de pismis oluyor.

cok lezzetli bir yemek..

Saturday, October 2, 2010

eat pray love


cici arkadasim didem'e..

aslinda mutsuz bir evliligi devam ettirdigini ve gecip giden zamana karsi hayallerini yataginin altindaki bir valizde sakladigini farkeden bir kadin ilk is bosanip yolculuga cikiyor. kadinin bosanmak istegini kocasina anlatis sekli super: I don't want to be married! julia roberts'tan baskasi bu rolu bu kadar guzel oynayabilir miydi bilmiyorum. kahramanimiz ciktigi yolculukta cok guzel seyler yasiyor, cok guzel insanlarla karsilasiyor, kendini ve kocasini anliyor ve finalde de yeniden aski buluyor. son zamanlarda filmlerde romantik asik rolunu tek bir isim oynuyor: javier bardem! ve bir adam bu kadar mi yakisir asik adam rolune!!!

super eglenceli bir film olmus. klise bir ifade filmi cok guzel anlatiyor; guldururken dusunduren bir film. icinde o kadar guzel seyler de soyluyor ki. cok cok tavsiye ederim bu filmi sinemada izlemenizi.

birkac hafta once hintli sinif arkadasim toplantilarina davet etti beni. daha once din konusunu konusmustuk ve krishna lord'a inandiklarini soylemisti. hangisiydi o diyince sirt cantasindan kucuk bez bir canta cikartti ve uzerinde islenmis krishna'yi gosterdi. bir insanin tanrisini cantasinda tasiyabiliyor olmasi ne buyuk rahatlik ne pratik birsey diye ic gecirmedim diyemem. bir hint restoraninda pazar ogleden sonralari toplanip konustuklarini, dua ettiklerini ve de yemek yedklerini anlatti. iste o gun dersten sonra toplanti vardi. yabanci biri oldugunda ders ingilizce oluyor dedi ve o gun dersten sonra yemek ucretsizdi. ne konustuklarini merak ettim, bir de dersten sonra beles hint yemegi yerim diye dusunerek toplantilarina katildim. sandigim gibi restoranin bir kosesinde masa cevresinde toplanmiyorlardi. restoranin arka tarafinda temple dedikleri tapinaklari vardi. aynen bizim camiye girdigimiz gibi ayakkabilarini cikartip iceri giriyor ve sonra yerlerde oturup dua ediyorlardi. her yer krishna'nin resimleri ile doluydu. krishna figurunu hepimiz biliyoruz aslinda. hani mavi bir erkek cocugu, genelde tek ayagi uzerinde degisik figurlerle durur, iki eliyle yan flut calar. duvarlarda krishna'nin resimleri disinda tam karsimizda kocaman bir heykeli de vardi. heykelin kendisi ve civari hint usulu ve cilginca susluydu. ben hafif sasirmis bunlari incelerken duayi yonetecek bir adam taht gibi bir yere gecip oturdu ve sonra hep birlikte hara krishna krishna hara diye bir sarki soylemeye basladilar. o sirada kafamin icinde bir jeton singir mingir cilong seklinde bir yerlerden yuvarlanip yerine oturdu. o gun seker bayraminin ilk gunuydu. bense bir hint tapinaginda krishna tanriya dualarin arasindaydim. hafif tedirgin olmadim diyemem ama icimde kucuk bir hesaplasma ile olayi ortbas ettim. cevremdeki insanlar hintce bir duayi hep beraber mirildanmaya basladilar. bu arada aynen bizim gibi iki elleri yukari bakar sekilde dua ediyor, aynen bizim gibi alinlarini yere koyup secde ediyorlardi. bu kisimlar da bittikten sonra nihayet konusma fasli basladi. amerikali bir hindu rahip onundeki bir kitaptan once hintce okuyup sonra ingilizce olarak okudugu seyler uzerine konustu. o gunku konusmanin konusu da 'konusmak'ti. ne kadar cok konustugumuzu, ne kadar az sustugumuzu ve bunun bizim ve herkesin dengesini nasil bozdugunu anlatti. cok guzel bir dersti. dersten sonra yemekleri yapan hintli asciyla ve ermeni kukla yapimcisi bir kadinla tanistim. boylece yemek sohbeti de ayrica keyifli gecti.

yazdiklarimi okuyup super seker yorumlar yapan bir arkadasim ilk zamanlarda bana soyle birsey soylemisti; aradigini bulmus bir insan goruyorum yazilarinda ve benim yazilarimda neyin eksik oldugunu anliyorum. ben de gecenlerde ona dedim ki, aradigimi buldugum dogru degil. ama aramak uzere yola cikmis olmak gercekten cok farkli bir ozgurluk ve huzur veriyor insana. aramaktan vazgecmis olmak, sadece bekliyor olmak cok uzucuydu nitekim..

filmde pek cok guzel sey soylendi. bunlardan biri de suydu:

'ruin is the gift. ruin is the road to transformation.'

yazin ortasinda bir gun sehir merkezinden eve yuruyordum. karsi kaldirimda insanlarin arasinda hizli adimlarla yuruyen iki budist rahip gordum. her turlu insan kendi kostumleriyle dolasiyor bu sehirde. ama sehrin kalabaligi, trafigi arasinda bir cift budist rahip bulmayi beklemiyorsunuz. cantamdan makinami cikartip fotograflarini cekmek uzere peslerine dustum. bu adamlari gormus olmak, fotograflarini cekmis olmak beni neden bu kadar neselendirdi, mutlu etti bilmiyorum. belki de yolculuk boyle birsey iste. karsiniza neyin cikacagini bilmiyorsunuz ve bilmediginiz bu seyler sizi sasirtip mutlu edebiliyor..




ve final.......


http://www.imdb.com/video/imdb/vi416744985/

eddie vedder diyor ki;

"i feel part of the universe open up to meet me
my emotion so submerged, broken down to kneel in
once listening, the voices they came
had to somehow greet myself, read myself
heard vibrations within my cells, in my cells
singing "aaah aaaah aaaah aaaaaah"

my love is safe for the universe
see me now, i'm bursting
on one planet, so many turns
different worlds
singing "aaah aaaah aaaah aaaaaah"

fill my heart with discipline
put there for the teaching
in my head see clouds of stairs
help me as i'm reaching
the future's paved with better days

not running from something
i'm running towards the day
wide awake anekatips
a whisper once quiet, now rising to a scream
right in me
i'm falling, free falling, words calling me
up off my knees
i'm soaring and, darling,
you'll be the one that i can need
still be free

our future's paved with better days"