Monday, November 29, 2010

starry starry night

son 5-6 yıl içinde garip bir şekilde kulaklarımdan rahatsız oldum. durup dururken dış kulak iltihabı oldum 3-4 kez. neden olduğunu açıklayamıyor doktorlar. su kaçmış olabilir dedi biri, biri rüzgarda kalmışsınız dedi, biri mikrop kapmış dedi. oysa bana içime vincent ya da ludwig kaçmış gibi geldi. korkunç ağrılar içinde kıvranırken bu düşünce gülümsetti beni.

şöyle bir link buldum bakınırken. van gogh'un cenazesinden notlar..

haklısın vincent; sadness will last forever...

starry starry night
paint your palette blue and grey.
look out on a summer's day,
with eyes that know the darkness in my soul.
shadows on the hills
sketch the trees and the daffodils
catch the breeze and the winter chills
in colors on the snowy linen land

now i understand what you tried to say to me.
and how you suffered for your sanity,
and how you tried to set them free
they would not listen
they did not know how
perhaps they'll listen now

starry starry night,
flaming flowers that brightly blaze,
swirling clouds in violet haze,
reflect in vincent's eyes of china blue.
colors changing hue,
morning fields of amber grain,
weathered faces lined in pain,
are soothed beneath the artist's loving hand.

for they could not love you,
but still your love was true.
and when no hope was left inside
on that starry starry night,
you took your life as lovers often do
but i could have told you vincent
this world was never meant for one as beautiful as you...

starry starry night
portraits hung in empty halls,
frameless heads on nameless walls,
with eyes that watch the world and can't forget.
like the strangers that you've met
the ragged men in ragged clothes,
the silver thorn of bloody rose
lie crushed and broken on the virgin snow.

now i think i know
what you tried to say to me,
and how you suffered for your sanity,
and how you tried to set them free.
they would not listen,
they're not listening still.
perhaps they never will.

Sunday, November 28, 2010

mantı




hayır, yukardaki resim küçük prens'in fil yutmuş boğa yılanı resmi (drawing number one) değil. mantı hamurunun kesilmiş kenarı. ama bana küçük prens'in çizmiş olduğu resmi hatırlattığı için fotoğrafı çektim. o doğru.

mantı yapmak sanıldığı kadar zor birşey değil. zor olan çok mantı yapmak. hani mantı gündelik yemek olarak yapılmaz da, eve çağırılan insanlarla bir mantı partisi havasında yenir ya, işte o zaman iş zorlaşıyor. çünkü hamur işlerinde pratikleşmiş, hamarat bir insan değilseniz bir yerden sonra gerçekten yoruluyor ve sıkılıyorsunuz. ama küçük bir hamurla 2 kişilik mantı yapmanın normal yemek yapmaktan çok çok daha zor ya da zaman alıcı olduğunu söyleyemeyiz.

2-3 kişilik mantının hamuru şöyle yapılıyor. 1 yumurta, 3 su bardağı un, tuz ve su. elinize yapışmayacak yumuşak bir hamur elde ediyorsunuz. hamur bir kenarda beklerken de 200 gr kıymaya 1 büyük soğan rendeleyip, tuz, karabiber ve çok az kimyon ekleyerek içini hazırlıyoruz. sonra hamura geri dönerek yumruk büyüklüğünde toplara ayırıyoruz ve her bir topu unladığımız düz bir zeminde oklava ile açmaya başlıyoruz. hamur açmak konusunda beceri sahibi değilsek merdaneyi tercih ediyoruz. çünkü merdane ile hamuru açmak çok daha kolay. pizzacıların ya da mantıcı, gözlemeci teyzelerin artistik hareketlerini yapamıyorsak hiç sorun değil. gözümüz korkmuyor ve sakince elimizden hangi figürler geliyorsa onlarla hamuru inceltiyoruz. çok ince olmuyor zaten. sonuçta baklava, börek yufkası açmıyoruz. sanırım 1-2 mm kalınlığı gibi olması yetiyor. sonrası malum. enine ve boyuna keserek kareler oluşturuyoruz. bu kareleri de ne kadar küçük yapacağınız size kalmış. küçük yaparsanız kayseri mantısı olurken büyük yaparsanız kolay oluyor. son olarak da kareleri ikiye katlayıp üçgen ya da dört köşesini de tepede toplayıp bohça yaparak mantıları kapatıyoruz. altını unladığımız bir tepside bunları topluyoruz. tüm hamurlar bittiğinde de kaynar suda haşlıyoruz. üzerine sarımsaklı/sarımsaksız yoğurt ve salçalı-tereyağlı sosla servis yapıyoruz.

gerçekten çok zor değil. arada denemeye değer. aşağıdaki hamur yumrularının sadece 5 tanesini yaptık. 4 kişi yedik. diğerlerini yapmaya zamanımız ve sabrımız kalmadı. yukarda verdiğim tarifin 1.5 katı gibiydi ölçüler.



''Whenever I met one of them who seemed to me at all clear-sighted, I tried the experiment of showing him my Drawing Number One, which I have always kept. I would try to find out, so, if this was a person of true understanding. But, whoever it was, he, or she, would always say:
"That is a hat."
Then I would never talk to that person about boa constrictors, or primeval forests, or stars. I would bring myself down to his level. I would talk to him about bridge, and golf, and politics, and neckties. And the grown-up would be greatly pleased to have met such a sensible man.''
the little prince

Thursday, November 25, 2010

tee-reee-sa!

calvino - borges


kaldirimdan indim, birkac adim gerisin geriye yurudum, ve caddenin ortasindan ellerimi borazan yapip apartmanin tepesine bagirdim: "teresa!"

ayisiginda golgem ayaklarimin altinda kipirdandi.

birisi geliyordu. yeniden bagirdim: "teresa!" adam yanima geldi: "daha yuksek sesle bagirmazsan seni duymayacak. birlikte deneyelim. uce kadar say, ve beraber bagiriyoruz." "bir, iki, uc" dedi ve beraber bagirdik: "tereeeesaaaa!"

sinemadan veya kahveden cikmis olmalilar, ufak bir arkadas grubu geliyordu, bizi gorduler. "biz de yardim edelim"dediler. caddenin ortasinda bize katildilar, ilk adam "bir iki uc" dedi, ve her beraber bagirdik: "te-reee-saaa!"

baska birisi daha gelip katildi; on bes dakika icinde neredeyse yirmi kisi olmustuk. arada yeni katilanlar da oluyordu.

uyumlu, ayni anda bagirmak icin organize olmak kolay olmuyordu. hep ya birisi once basliyordu, ya da digerlerinden gec bitiriyordu, ama sonunda iyi bir hale getirdik bagirmamizi. ilk "te" kalin sesle ve uzun soylenecek, "re", ince ve
uzun, "sa", kalin ve kisa, boyle anlastik. harika bir ses cikiyordu. sadece arada bir, birisinin sesi gidince ufak bir gurultu, o kadar.

tam dogru bir sekilde yapmaya baslamistik ki, sesi, yuzu benli biri cagrisimi yapan birisi sordu: "iyi de, evde olduguna emin misin?"

"hayir", dedim.

"iste, bu kotu" dedi baska biri. "anahtarini unuttun, di mi?"

"isin asli", dedim, "anahtarim var."

"e, peki", dediler, "neden yukari cikmiyorsun?"

"haa, ama ben burada oturmuyorum", dedim. "sehrin obur tarafindayim"

"peki oyleyse", dedi benli adam, "merakimi bagisla ama burada kim oturuyor?"

"hic bilemiyorum" dedim.

biraz kafalari karisti.

"peki, rica etsem aciklayabilir misin" dedi, catlak sesli biri. "neden burada durmus teresa diye bagiriyorsun?"

"valla, bana kalirsa" dedim, "baska bir isim de bagirabiliriz, veya baska bir yere gidip orada da bagirabiliriz. farketmez benim icin."

biraz bozuldular.

"bize bir oyun oynamiyordun umarim" dedi, benli adam supheyle.

"efendim?" dedim, kizginca, beni desteklemeleri icin digerlerine dondum. digerleri ses cikarmadilar, ne olup bittigini anlamadan bakiyorlardi.

bir tedirginlik oldu.

"hadi", dedi biri iyi niyetle, "son bir kez bagirip eve gidelim"

bir kere daha bagirdik: "bir, iki, uc. teresa!", ama bu sefer cok guzel olmadi.

sonra, herkes evine, baska baska yonlere dogru yola koyuldu.

obur caddeye sapmistim ki, birisinin hala bagirmakta oldugunu isitir gibi oldum: "tee-reee-sa!"

birisi kalmis, bagirmaya devam ediyor olmaliydi. inatci birisi...

italo calvino - "numbers in dark and other stories"

Wednesday, November 24, 2010

yesterday when I was...

bazen eski günleri düşünüyorum. benim çocuk anneminse benim gözümde koca insan olduğu o yılları ve onun benim yaşımda olduğunu hayret ve dehşetle farkediyorum. zamanın böyle akıp gideceğini birileri söylemeli sanki, uyarmalı insanı. yıllar önce bir arkadaşım, fransız filmleri seyrede seyrede hayatın fransız filmlerine döndü demişti. ama o sayılmaz.

charles aznavour bu muhteşem şarkısını benim biricik elton john'umla düet yapmış. güzel, ne güzel olmuş..

yesterday when i was young
the taste of life was sweet
as rain upon my tongue
i teased at life as if it were a foolish game
the way the evening breeze
may tease the candle flame

the thousand dreams i dreamed
the splendid things i planned
i always built to last on weak and shifting sand
i lived by night and shunned the naked light of day
and only now i see how the time ran away

yesterday when i was young
so many lovely songs were waiting to be sung
so many wild pleasures lay in store for me
and so much pain my eyes refused to see
i ran so fast that time and youth at last ran out
i never stopped to think what life was all about
and every conversation that i can now recall
concerned itself with me and nothing else at all

the game of love i played with arrogance and pride
and every flame i lit too quickly, quickly died
the friends i made all somehow seemed to slip away
and only now im left alone to end the play, yeah

oh, yesterday when i was young
so many, many songs were waiting to be sung
so many wild pleasures lay in store for me
and so much pain my eyes refused to see
there are so many songs in me that wont be sung
i feel the bitter taste of tears upon my tongue
the time has come for me to pay for yesterday
when i was young

Monday, November 22, 2010

high hopes

dün beethoven'ın 9. senfonisini ilk defa canlı dinledim. vakit saat başı olduğu için storkyrkan (the great church)'da konserin başlaması için öncelikle çanların çalmasını ve susmasını bekledik. aklıma pink floyd'un high hopes parçasının başında çalan çan sesleri geldi. ne muhteşem bir şarkıdır diye düşündüm. sonra da tüm muhteşemliğiyle 9. senfoni başladı.

gecenin bu saatinde uyku tutmayınca high hopes geldi gene aklıma. dinlemeye başladım. insanı geçmiş ve geleceğin kesiştiği noktaya çakan şarkıdır high hopes. orda öyle takılı kalırsınız. şimdi ve sonsuza kadar..

Beyond the horizon of the place we lived when we were young
In a world of magnets and miracles
Our thoughts strayed constantly and without boundary
The ringing of the division bell had begun
Along the long road and on down to the causeway
Do they still live there by the cut
There was a ragged band that followed in our footsteps
Running before time took our dreams away
Leaving the myriad small creatures trying to tie us to the ground
To a life consumed by slow decay

The grass was greener
The light was brighter
With friends surrounded
The nights of wonder

Looking beyond the embers of bridges glowing behind us
To a glimpse of how green it was on the other side
Steps taken forwards but sleepwalking back again
Dragged by the force of some inner tide
At a higher altitude with flag unfurled
We reached the dizzy heights of that dreamed up world

****

Encumbered forever by desire and ambition
There's a hunger still unsatisfied
Our weary eyes still stray to the horizon
Though down this road we've been so many times

The grass was greener
The light was brighter
The taste was sweeter
The nights of wonder
With friends surrounded
The dawn mist glowing
The water flowing
The endless river

Forever and ever


Friday, November 19, 2010

a boy and a girl

bach, haydn ve handel'in vokal eserlerinin yer aldigi bir konserde arada cok guzel bir parca soyledi koro. sanki o konsere bu parcayi dinlemek icin gitmisim gibi geldi..

eric whitacre'nin bir bestesi. sozler octavio paz'in 'los novios' siirinden ceviri.

a boy and a girl

stretched out on the grass
a boy and a girl.
savouring their oranges, giving their kisses
like waves exchaging foam.

stretched out on the beach
a boy and a girl.
savouring their limes, giving their kisses
like clouds exchanging foam.

stretched out underground,
a boy and a girl.
saying nothing, never kissing,
giving silence for silence.

http://www.youtube.com/watch?v=rpog3w98Tz0&feature=share

Friday, November 12, 2010

40 tas has kayisi hosafi

15 gundur annem burdaydi. onun gidisiyle sudan cikmis baliga dondum. oncelikle mutfaktaki kul kedisi rolume tekrar burunmem gerekti. sunu anladim ki mutfak hakimiyeti cilginca bir kontrol isi. bir evin yemeksiz kalmamasi icin o evde surekli yemek planlaniyor, pisiriliyor ve bir yandan da surekli yemek alisverisi yapiliyor olmasi gerekiyor. annemin bunlari hic ara vermeden yaptigini gordum. ayrica gordum ki mutfagin efendisi sadece mutfagi, yemekleri degil ev halkini da hakimiyeti altina alabilen kisidir. yemekleri pisirmek yetmiyor. bir de ev halkini yemek yeme konusunda kontrol altinda tutmak gerekiyor. gunde 3 ogun sofraya oturulmasini , sonra pisen yemeklerin kronolojik sirayla yenmesini saglamak bu hakimiyetin olmazsa olmazlari. mesela evde 2 gun once pismis patates yemegi varken bu aksam bir baska sey yapar da yerseniz, yarin patates yemeginin yenmesi icin ekstra caba harcamaniz gerekir. gecen gun aldiginiz 4 adet mandalinden birini curudugu icin cope attiysaniz kalan 3 mandalinin akibetinden ve sonrasinda girebileceginiz ruh halinden endiselenirsiniz. mutfagin efendisinin yeterince guclu ve hizli olmadigi bir mutfakta patatesler ve mandalinler boyle sahipsiz kalir iste.

buzdolabinin giris cikislarinin kontrolu de gene basli basina bir is. sut ne zaman acilmisti, kac gun omru kaldi, sebzelikteki havuclarin, limonlarin ortalama omru, peynirin durumu gibi sorunsallar gene mutfagin efendisinindir. insan patronunu bile ertesi gunu beklemeye ikna edebilir ama gel de uzeri ciceklenmis brokoliyi bir onceki gune geri donmesi icin ikna et. olmuyor sayin okuyucular. inanin olmuyor. bir sure once boyle bir durum karsisinda hicbir sey yokmus gibi davranmayi denedim. brokolileri buharda hasladim. hatta oncesinde ciceklerini de mumkun oldugunca ayiklamistim. evde kalan son zeytinyagi damlaciklarini ve yarim limonu da bu salatanin susu icin kullandim. ancak ev halkinin gozunu bu suslerle boyayamadim. tum cabama ragmen brokoli salatasi yenmedi. hatta benim de yememem yonunde eylemlerle karsilastim. dolayisi ile brokoli ve beraberinde ugraslarim da gene arkamizdan agladilar.

bugun annemden bir mektup aldik. sonunda da kayisi hosafi tarifi vardi. sanirim biraktigi kuru kayisilarin sonundan endise etmisti :)

annemin gidisiyle beni hayrete dusuren bir baska gercek de yillar ve yillardir birlikte ne kadar az vakit gecirdigimizi farketmem oldu. o gidince cok uzuldum once ama sonra da aslinda ona kavustugumu anlayip mutlu oldum. tamamen kendime ayirmis oldugum hayatimdaki kosturmacada bunu yasama olasiligim yoktu sanirim. durmak istedigim zamanlar olmustu sanki ama kovalayanlar vardi herhalde. aksi takdirde insanin deli olmasi lazim, hayatini bitis noktasina kosar adim ulasmasi gereken bir yaris olarak gormesi icin. ya da hayati biraz olsun ve zaman zaman baska turlu goremiyor olmasi icin. gene de dusunmuyor degilim simdi. sonunda bir yere varacak miydim acaba?

adriano celentano diyor ki; il tempo se ne va.
yani; oyle bir gecer zaman ki...

Monday, November 1, 2010

arbol


ekim 2010, stockholm

ve vivaldi sonbahar zamani simdi...

parklar, agaclar ve bizim adayi karsi adaya baglayan buyuk kopruyu yuruyerek gectik gecen gun. her yer sari yapraklarla doluydu. hava mis gibi yagmur ve islanmis, curumus yaprak kokuyordu.

isvec avrupa'nin yuzolcumu olarak 5. buyuk ulkesi ve yarisi ormanlarla kapli. stockholm'de de o kadar cok agac var ki buralarin sakinleri isvecliler degil de agaclar sanki. zaten isvec insaninin agac sevgisi de dillere destan.

gecen sene ispanyolca dersinde cocukken ne olmak isterdik, onu anlatiyorduk. ben dedim ki, 'arbol' olmak isterdim ben. arbol ispanyolca 'agac' demek. cok guzel agac cizerdim, hep agac cizerdim. sonra tipki bir agac gibi oldugum yere kok salmak isterdim. hic sevmezdim yolculuk etmeyi, ait oldugum yerden baska bir yere gitmeyi. sonra bir de yaprak konusu vardi. yapraklari o kadar cok severdim ki, agac olsam da her yerim yapraklarla donansa diye dusunurdum.

belki gecmis hayatimda agactim gercekten. ya da secme hakkim varsa, bir sonraki hayatimda agac olmak isterim. baska birsey degil.

insan degil de agac olsam,
dallarimin arasindan ruzgar esse, yapraklarim ciceklerim meyvelerim olsa!
mevsimleri yasasam...koklerimle topragin derinliklerine sarilsam.
kuslar konsa dallarima, yuva bile yapsalar...
bocekler, karincalar yollansalar icime...
curutseler oralarimi, ballarim, sakizlarim olsa...
govdeme bir insan yaslanip uyusa...
ben bunlari hic bilmesem, sadece agac olsam...
erkan ogur