Tuesday, March 26, 2013

rüzgarın evi yok


Mahmud Derviş, Edward Said için yazdığı vedada şöyle demiş:

On wind he walks,
And in wind he knows himself.
There's no ceiling for the wind,
No home for the wind.
Wind is the compass of the stranger's north.
He says: I am from there, 
I am from here,
But I am neither there nor here.
I have two names which meet and part.
I have two languages.
But I have long forgotten which is the language of my dreams.

3 yıl önce evlenerek, çok sevdiğim İstanbul'u terkedip, Stockholm adlı kuzeyde bir yere taşındım. İsveç yaşamak için harika bir yer ve Stockholm de çok güzel bir şehirdi. Ancak evden uzakta olmak çok zor geldi bana. Artık başka bir evim vardı benim. Hatta hem orda hem burda şeklinde 2 evim vardı. Ne kadar da şanslıydım. Diyerek kendimi kandırmaya çok çalıştım ama işin aslı; ordan oraya esen rüzgarın evi yoktu!

Gittikten 6 ay sonra hamile kaldım. Ada tam 42 hafta anne karnında kaldı. Bebeğimin keyfi yerindeydi. Ebemin söylediği buydu. Hamileliğimi her türlü stresten, yorgunluktan uzak, kitap okuyarak, kafamı dinleyerek, uzun yürüyüşler yaparak geçirmiştim. Bebeğin rahatlığının sebebi de bu herhalde diye düşündüm, mutlu oldum. Doğumdan sonraki ilk aylarsa benim için fiziksel sınırlarımı zorlayan bir dönem oldu. Ada çok ama çok uslu bir bebekti. Görenlerin hayretten ağzı açık kalıyordu. Fakat tek başına bebek bakmak inanılmaz zordu. Kulağa abartılı gelebilir ama dolaptaki yemeği çıkartıp ısıtacak fırsatı bulamadığım, eşim işten gelene kadar tuvaletimi tuttuğum günler oldu. Fakat zorluklarından çok güzellikleri kimseyle paylaşamıyor olmak, Ada'nın bizden başka kimsesiz bir çocuk olarak, tüm sevdiklerimizden uzakta büyüyeceği gerçeği kafama takılıyordu. Gün gelecekti Ada kendini isveççe çok daha iyi ifade edecekti ve ben onu yakalayamadığım bazı detaylarda belki de kaybedecektim. Bu düşünceleri deştikçe yenilerini buldum, buldukça yerimde duramaz oldum. 

Bebeğimiz 9 aylıktı, valizlerimizi topladık. Ama evimizi kapatmayıp eşyalı olarak kiraya verdik. Eşimin yarı ücretli kullanabileceği 6 ay bebek izni vardı. 2 ay da yaz tatili izniyle birleştirdik. Benim İstanbul'daki evim duruyordu. Kimsenin kolay kolay sahip olamayacağı pekçok şansa sahiptik yani. Böylece 8 aylığına Türkiye'ye dönüş denemesi yapmaya karar verdik ve soluğu Türkiye'de aldık. Biz anne-baba olarak çalışacaktık, çocuğumuzu da herkes nasıl yapıyorsa o şekilde büyütecektik işte. Sahi, yalnızca 4 ay doğum izni olan, insanların işe gidip gelmek için akıl almaz saatleri yollarda geçirdikleri, mesai saatlerini dizginlemenin mümkün olmadığı bu memlekette insanlar nasıl çocuk büyütüyordu, okul öncesi 0-5 yaş döneminde çocuklar ne yapıyordu? 

Yatılı bakıcı tutmak diye bir uygulama vardı. Herkes öyle yapıyor dedi arkadaşlarım. İyi bir kadına rastlamaksa tabii ki büyük bir şanstı. Yani 9 aydır gözümü kırpmadan baktığım bebeğimle kumar oynayacaktım. Herkes böyle yapıyordu çünkü. Ben yapamadım. CV'mi birtek yere dahi gönderemedim. İşe giderken yürüyüş mesafesinde bir kreşe çocuğumu bırakmak, sonra iş çıkışı uğrayıp almak, birlikte eve geri dönmek İstanbul için fantastik bir hayaldi. Bunların gerçek olabileceğini bile bile de aksini yapmaya kalkışmak benim mantık sınırlarımın dışında kaldı.

Türkiye'de okul öncesi dönemde çocuk eğitimiyle ilgili hiçbir şey konuşulmuyor farkında mısınız? Çocuk gelişiminin bu en önemli döneminde çocuklar 4 duvar arasında eş-dost ya da bakıcı, bir takım kadınlarla hapis durumdalar. 5 yaşında okula adım attıkları günün sonrasında tüm çocukluklarını ve gençliklerini geçirecekleri baskıcı, rekabetçi, zorlu eğitim sistemine bu şekilde hazırlanıyorlar. Travma üzerine travma yani. Çocuklu kimle konuşsam paralı okulların çılgın ücretlerinden, kucak dolusu para dökdükleri bu okullardan memnuniyetsizliklerinden bahsediyorlar. Sistem bir taraftan çocukları, diğer tarafta da kendisini beslemekle yükümlü hale getirdiği anne babaları eziyor. Akıl alacak gibi bir düzen değil yani. İstanbul'un altyapı olarak bir çocuk ve çocuklu aile için nasıl imkansızlıklarla dolu olduğuna hiç girmiyorum bile. Eğitim sisteminin kötülüğünün yanısıra, ülkenin sosyal ve politik olarak içinde bulunduğu karanlık tablolarsa dönüş tezimize anti-tez olarak insanlardan en çok duyduğumuz konular. 

2 ayı Ege kıyılarında ve 6 ayı da İstanbul'da olmak üzere Türkiye'de 8 ayımızı doldurduk. Dönüş kararını vermemizse epey önce oldu. Eren'e bunu ilk söylediğimde benden Bebek Yapım Bakım Onarım için Stockholm'e geri dönüş nedenlerimi anlatan bir yazı yazmamı istedi. Yurt dışında yaşayan tüm arkadaşlarım, tanıdıklar için bir deneydi aslında benim yaşadığım. Kimsenin kolay kolay organize edemeyeceği kadar da kontrollü bir deney. Duygu ve düşüncelerimi merakla bekleyen bu insanlar için de yazıyorum bu satırları. Gidilen her ülkenin, kurulan her hayatın şartları mutlaka farklıdır. Ama genel olarak gördüğüm yurt dışında buraya kıyasla çok minimal hayatlar yaşadığımız. Yani burda duzeninizi kurduktan sonra da hayat kimi açılardan daha zengin ve daha renkli. Orası kesin. İstediğiniz, özlediğiniz buysa Türkiye'ye geri dönmek elbette mümkün. Ben gidiyorum çünkü şimdi 17 aylık olan kızım Ada'yı kendim büyütmek istiyorum. Anne olmuş bir kadın olarak kendi hayatıma da insani şartlarda devam etmek istiyorum. Çocuğumuzun eğitimi, yarını, geleceğimiz için endişelenmeden doya doya ve birlikte günlerimizi geçirebilelim istiyorum. Boş zamanlarımızda değil de dilediğimiz gibi anne ve baba olabilelim istiyorum. Ada huzurlu ve mutlu büyüsün, çeşitli baskılara maruz kalmasın istiyorum. İşte hepsi bu. 

Son olarak, bütün kalbimle diliyorum ki, evden uzaktaki herkesin, bir gün geri dönüş için yolu açık olsun!

Sedef Kürüm Kömürcü
Şubat 2013, İstanbul


http://bebekyapimbakimonarim.blogspot.se/2013/03/ruzgarn-evi-yok.html

7 comments:

  1. Kabaklarla, patateslerden sonra cok ciddi bir yazi bu.

    Turkiye'de upper class bir hayat yerine Isvec'te middle class olmayi tercih ettiniz yani. O da guzel. Ingiltere'de working class olmaktan iyidir en azindan.

    "Sinifsiz, imtiyazsiz kaynasmis bir kitle" yerine boyle konusmalar yapmak da olmadi ama ne yapalim gercek bu, en azindan simdilik.

    ReplyDelete
  2. türkiye'de o upper class hayatı yaşayanların en az yarısının hayali bakkal sahibi olup peynir dilimlemek, dükkanın önünde mahalle esnafıyla çay içmek. valla bak :)

    ReplyDelete
  3. Ama onlar da bakkal acamazlar ya, sarkuteri ya da -en son modamiz- kasap acarlar.

    Ama neyse, anliyorum, Isvec tabii daha egaliteryen bir ulke, baska yerler gibi degil.

    Turkiye'deki -hadi en iyi arkadaslarimi gectim- ama kendi yasitlarimin hallerini gordukce benim de midem kalkmiyor degil. Onun icin Istanbul'a Ankara'ya gidesim gelmiyor, bizim kirac Anadolu'nun sehirleri en guzeli.

    Okullar nasil acaba Isvec'te, o da muhim bir konu.



    ReplyDelete
  4. evet isveç şahsına münhasır bir yer. avrupa içinde bile öyle. burdan yola çıkarak türkiye vs. yurt dışı mukayesesi yapmak doğru değil.

    burda okullar da eğitim sistemi de şahane. zaten eğitim sistemi en iyi ülke olarak gösteriliyor.

    bu yaştan sonra ve henüz bu yaşta, kıraç anadolu şehirlerinde yapabileceğimizi sanmıyorum. belki emeklilikten sonra.

    ReplyDelete
  5. Soyle bir baktim, evet guzel. En azindan 19 tane basbakan cikartmis bir Eton ve basbakanlarin Oxford/Cambridge'den mezun olmasi sarti yok.

    Turkiye acik ara ileride bu hususta, imam-hatip mezunu basbakanimiz var bizim.

    ReplyDelete
  6. 'sınıfsız ve imtiyazsız kaynaşmış bir kitle' söz öbeğini okudukça gülüyorum. ilahi..

    ReplyDelete
  7. Marksist bir havasi var evet.

    Örnektir milletlere açtığımız yeni iz
    İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz
    Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz
    Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz

    ReplyDelete